Aidiyet

5 Posted by - 8 Kasım 2017 - Kasım 2017

Ait olmak … Kişinin kendi yaşamında ve de insanlık tarihi boyunca gelişim süreçlerine göre şekilden şekle giren duygulardan biri. Bir kişiye, gruba ya da sisteme duyulan yakınlık aracılığıyla yalnızlığını unutan bireye empati kurduran, onu hayata dahil eden ve güvende hissetmesini sağlayan güdülerden biri. Böyle söylendiğinde kulağa, bireye ve yeryüzüne huzur getirecek basit bir matematik formülü gibi gelse de özellikle günümüzde birçoğumuzun açmazları arasında oysa bir kadına ya da adama, bir eve, aileye duyulan aidiyetten tutun da bir sınıfa, inanca, bir şehre, bir ülkeye ait olabilenler kendilerini evlerinde hissederler, onların gidişi kaçış, terk ediş değildir, yalnızca yer değiştirirler.

Fakat içinde bulunduğumuz bu deli tüketim çağında evsiz, yurtsuz, köksüz, yalnız, aidiyetsiz hissederiz sık sık. Çeldiricilerin, seçeneklerin çokluğu da adapte olmayı hayli zorlaştırır çünkü hep daha güzeli daha iyisi vardır ve bunlar elimizi uzatsak tutabileceğimiz mesafededir. Bu çılgınlıktan evler, eşyalar hatta eşler, dostlar nasibini alır. Dökülen saçını dışarı atma, bir kuşun ayağına takılır, uçamaz, intizar eder sonra sen de kel olursun diye öğütleyen anneannelerimiz belki yaşadığı yerden hiç çıkmamış ama nasıl olmuşsa dünyayla hemhal olabilmişler. Oysa bugün bilinen tarihe göre en özgür zamanlarda yaşayan bizler dünya şöyle dursun kendi cinsiyetine bile aidiyet duyamayacak duruma gelmiş ya da getirilmişiz. Yanlış bir şey uğruna mı savaştık, belki eşitlik değil de adalet için çabalasaydık bu gidişe dur diyebilirdik. Dünyanın kendi diyalektiğinden bizim çağımızın payına düşen de bu sanırım.

Mükemmeliyetçiliği körüklenen bizler dünyayla değil suçluluk duygusuyla hemhal olduk. Her birimiz güçlü, kusursuz, özgür olmak zorundayız. Şehre yakın ama şehrin dışında iyi dekore edilmiş veya plaza içinde izole evler, iyi kazandıran ve manen de doyurucu işler, hem arkadaş hem sevgili olabileceğimiz eşler ,iyi eğitim almış mutlu ve mükemmel çocuklar, bir araba, geniş arkadaş çevresiyle çıkılan aynı zamanda da romantik, hem konforlu hem de özgür tatiller, hem spor hem şık giysiler, lezzetli ama düşük kalorili ve mümkünse organik o da olmazsa doğal yiyecekler daha neler neler…Üstelik olanaklarımız tamamen farklı olsa da hepimizin izlediği televizyon reklamları aynı. Kişinin hayattan beklentisine göre değişen bu emeller elimizin altında, gözümüzün önündeyken odaklanmak haliyle zorlaşır. Bu mükemmel ve hakkedilmiş hayat için kendimizi paralarken bir yandan da dünyanın merkezine taht kurmuş prens ya da prensesler büyütürüz. Hem sıkılırsak gitme özgürlüğümüz de vardır, aşk biter adam ya da kadın gider yani canı isterse tamamen onundur istemezse düşman bile olabilir.

Bir şekilde ezilmiş, dışlanmış, kabul görmemiş insanlarda aidiyetsizlik fanatizm, ırkçılık, ötekileştirme kılığında karşımıza çıkabilir. Sahip oldukları kişi-insanlara da sahip olurlar- ya onlarındır ya toprağın, onların vatanını ya seversin ya da terk etmek zorundasındır, tuttukları takım, oy verdikleri parti en iyisidir ya onlardansındır ya da ötekilerden. Hep diken üstünde hisseden, güven duyamayan, güçlü görüntüsünün altında korkak, sevgiye onaylanmaya muhtaç, hırçın bir çocuğun saklandığı bu güruhun yapabilecekleriyse insanı kendi türünden soğutur ki bu da başka bir aidiyetsizlik nedenidir.

Kimilerine göreyse ait olmak esarettir oysa sırt çantasını alıp dünyayı gezen bir seyyah, böyle düşünüp soyutlanmış birinden daha fazla ait olabilir ve onu özgür kılan belki de budur. Çözüm sorunun içinde, tam olarak gözümüzün önünde yani en bakmadığımız yerde öylece duruyor olabilir. Bağımsız ve güçlü olmak için müdanasız mı olmalıyız, müdanasız birinin kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı yok mudur, ihtiyaç duymak zayıflık mıdır? Nietzsche dudağının üstündeki kıllar kadar mı güçlüdür ya da Spinoza’nın naif bakışları onu savunmasız mı kılar, bıyıkları olsaydı daha mı dayanıklı olurdu? Issız adamlar, ıssız kadınlar özgürlüğün tadını çıkarırken neden hep arkalarına bakarlar? Adanmış hayatları olan dava adamlarının aidiyeti şeksiz şüphesiz midir, kuşku duyduklarında her şey boşa mı düşer? Kimin varlığı daha anlamlıdır, hangi insan, hangi sistem, hangi oluşum kusursuzdur ya da olmalıdır? Diyalektik içi dolu ama başıboş bir kavram mıdır?

İnsan hayata karşı aynı hisleri taşıdığı biriyle aidiyet konusunda ayrılıyorsa onlarca güdü arasında sadece biri, aidiyet, besleniyor ya da beslenemiyorsa tercihleri farklılaşır. Her tercih bir vazgeçişse, vazgeçtiğimizin ne olduğuna dönüp uzun uzun bakmamız gerekebilir. Belki de çok uzağa düşmemiştir, belki dönüp almak insanlık için küçük ama alan için büyük bir adımdır, büyük resme iyice bakan biri kendisini de orda gördüğünde patronunu zengin etmek için çalıştığı bant diğer her şeyle arasında bir engel olmaktan çıkabilir, bu iyimser bir bakış açısı olabilir ya da büyümek böyle bir şeydir.

 

Mavi                   

Yorum Yok

Yanıt yaz