Tractatus

5 Posted by - 4 Ocak 2017 - Ocak 2017

Kulaklarında az önce birkaç adım ötesine düşen top mermisinin çınlamasıyla sipere kendini son anda attı genç teğmen. Havadaki keskin barut ve yanık kokusuyla karışmış toz toprak derin derin nefes alıp vermesine engel olamıyordu. Aylardır üstlerine ısrarla yazdığı yazılar sonunda yerini bulmuş ve kendini savaşın en ön saflarına korkusuzca göndermeyi başarmıştı. İki erkek kardeşi intihar etmiş biri olarak kendisinin de intihara olan bu yatkınlığını bilen genç adam ölümle ilk defa bu kadar burun buruna geldiğine bir an inanmak istemedi. Yanlarına düşen top mermisinin dumanı yavaş yavaş dağılırken başını sağa çevirdiğinde bir biri üstüne çapraz düşmüş ve muhtemelen kendi birliğinden olan iki askerin toz toprak içindeki kanlı bedenlerini gördü ilk önce. Bir anlık duraksamadan sonra daha kulağındaki çınlama geçmemişken sol elini hızlıca çantasına götürüp çantasını yokladı. Çantasının kapağını hafifçe kaldırdığında içindeki not defteri ve kitabının halen orada olduğunu gördüğünde tarifsiz bir rahatlama yaşadı anlık olarak. Tam da o sırada hemen sol yanında korkudan iyice büzüşmüş, kendinden yaşça epey genç görünen bir er ile göz göze geldi. Toy askerin gözlerindeki korku ve dehşet aynı zamanda teğmenin bu garip davranışınıyla yerini geçici bir şaşkınlığa bırakmıştı o anda. Erin gözlerindeki şaşkınlık ve korku dolu bakış bir anlığına genç teğmene Cambridge’te verdiği derslerde ve katıldığı tartışmalarda kendisinin anlatmaya çalıştığı konuları bir türlü kavrayamayan ve kendisine her zaman bıkkınlık veren o öğrencileri hatırlattı. Toy asker teğmenin gözlerinde kendine verecek cesareti görmeyi beklerken, teğmen bir anlık duraksamanın ardından bakışını yine kapağını açmış olduğu çantasına yönelterek içindeki not defterini ve kitabını çıkardı. Askerin şaşkın bakışlarının farkında bile olmadan toz ve kir içindeki barut kokan elleri titreyerek not defterinin ilk sayfasını açtı ve sanki az önceki patlamadan yaralı kurtulan bir insanı kontrol edercesine göz gezdirdi tekrar tuttuğu notların ilk satırlarına.

-Die welt ist alles was der fall ist (Dünya, olduğu gibi olan birşeydir)

-Die Welt ist die Gesamtheit der Tatsachen, nicht der Dinge (Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil)

Sonra not defterini kapatıp avuçları içinde bir askerin silahını kavradığı hassasiyetle kavrayarak gözlerini kapattı. Etrafta patlayan top ve silah sesleri bir anda yerini sessizliğe bırakmıştı zihninde sanki. 1. Dünya savaşında Rus cephesinde ön saflarda çarpışan bir Avusturya-Macaristan subayı olduğunu bir anlığına unutup Cambridge üniversitesinin o soğuk ve sessiz koridorlarında olduğunu düşündü. Gözleri önünde ilk beliren imge en yakın arkadaşı, büyük dedesi ünlü şüpheci düşünür David Hume’a kadar uzanan David oldu. Acaba ne yapıyordu şimdi? O da kendisini onun David’i düşündüğü kadar düşünüyor, özlediği kadar özlüyor muydu? Aylardır haber alamamıştı David’den. Sonra birden gözünün önüne geniş tavanlı üniversite odasında yüzlerce kitabın olduğu kitaplığının önünde koltuğuna oturmuş piposunu yakmaya çalışan inatçı ihtiyar Russell geldi. Kendisine üniversiteyi terk etmemesi için onca ısrarından sonra bugün kendini bu siperin içinde bu halde görse ne yapardı acaba? Yakınlarına düşen bir top mermisinin kulakları yırtarcasına çıkardığı o patlama sesi bir anda irkilmesine sebep oldu. Elindeki not defteri ve Tolstoy’un kitabını daha sıkıca tuttu bu irkilmeyle. Gözlerini açtığında yanında halen kendine korku ve şaşkınlıkla bakmakta olan ve çaresiz görünen askeri gördü ama o şu anda burada yanı başında olmasını istediği tek kişinin Zosima dede olduğunu hissetti en derinlerinde. Yanı başında yatan cesetleri gördükçe ölümün, gerçekliğin en yadsınamaz parçası olduğunu tekrar hissettiğini fark etti içinde. Birden beynine dört bir yandan batan zıpkınlarla durakaldı yine orada. Nedir gerçeklik?

Yıllardır kendini oradan oraya atmasına sebep olan, gündüzleri mutluluk vermediği gibi geceleri de uyutmayan, peşinden koşmaktan çok kendisinden bir türlü kaçmayı başaramadığı bir canavar haline dönüşen bu sorular yine zihninde demir çivili ayaklarıyla dolaşmaktadırlar. Yıllardır gerçekliğin kapısının önünde sanki durmakta ama o kapıyı bir türlü açamamanın verdiği huzursuzlukla hayatı çevresindekilere de dar etmektedir. O kapıyı bir açsa ışık dolacaktır odaya sanki. Olgular, öznenin algılarına, algılar tasarımlara, tasarımlar düşüncelere, düşünceler dile dönüşüyorsa ve bütün bu aradaki bağlar mantık ilkeleri dahilinde birbirine sımsıkı bağlıysa, o zaman gerçekliğin dil ve mantık ilkeleri ile olan bağlantısı yadsınamaz diye düşünür. Ama kafası içine saplanan zıpkınlar bir türlü rahat vermez teğmene. Savaş kelimesinin dildeki basitliği ile gerçekteki ağırlığının ölçülemez zıtlığı, etrafındaki barut kokusu ve hareketsiz yatan cesetlerle tekrar birer iğne ucu gibi delmektedir beynini. Yine de beyninde oluşan gerçeklik tasarımının tuğla taşlarının dildeki kelimelerden oluştuğu gerçeğini yadsıyamaz. Gerçeklik dil ile bu kadar birbirine güçlü bir şekilde ilintiliyse, o halde dilin sınırları gerçekliğimizin sınırlarını da çizer diye not alır defterine. Bütün felsefe tarihinin, dilin yanlış anlaşılmasından kaynaklanan bir zaman ve enerji kaybı olduğunu ispatlamasına o kadar yakındır ki, zihninde bir çorba halinde çarpışıp duran kelimeleri bir dizge halinde dökebilse tüm felsefenin yıllarca çözülememiş metafizik problemleri bir anda bitmiş olacak, o da kendini savaştan sonra hayatının geri kalanında daha basit ve gündelik işlere adayacaktır. Norveç’in kuş uçmaz kervan geçmez fiyortlarından birinde insan yüzü görmeden geçirdiği onca zamana rağmen böylesine ağır bir konuyu çözmek için bundan daha uygun bir zaman ve mekan olamaz diye düşünerek gülümser kendi haline çatışma sesleri altında. Felsefe hayata ve gerçekliğe bir anlam bulma çabasıysa ve anlam kendi içinde dile ayrılamaz bir biçimde bağlıysa o halde dilin hatalardan arındırılması anlamı bulmamıza ya da tarif etmemize doğrudan yardımcı olacaktır. Bizim bir şeyi dile dökebiliyor olmamız o şeyin gerçekliği ile ilgili bize yadsınamaz bir hakikat mi sunmaktadır? Saçma diye düşünür. Özne dünyanın içinde değil sınırındadır. Dolayısıyla dünyaya dair anlam arayışımız saçmadır. Tek yapması gereken olguları zihinde işleyerek dile dökerken kullandığımız mantık ilkelerini matematiksel formüller ile çerçevelendirerek anlamlı ve saçmayı birbirinden ayırmaktır. Eğer bunu başarabilirse bundan sonra üniversitelerde felsefe sadece tarihsel değeri olan bir dersten ibaret kalacak ve insanlar konuşamayacağı şeyler üzerine susmayı öğreneceklerdir. Not defterini açar ve en son sayfasını çevirerek bu notu yazar.

-Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen. (Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı)

Not defterini kapatır kapatmaz isminin bağırıldığını duyar uzaktan. Siperin içinde güvenli bir çıkış yeri bulana kadar ölü ve yaralı askerlerin arasından sürünerek ilerler sesin geldiği yöne doğru. Topçu mevzilerine yaklaşıp güvende olduğunu farkedince siperden çıkarak sesin geldiği yöne ilerler. Koşarak vardığı bölgede öfke halinde askerlere emir yağdıran pos bıyıklı, sigara içmekten dişleri sarı bakır parçalarına dönmüş, iri gövdesine bir türlü üniformanın düzgün oturmadığı yarbayı görerek selam verir. Yarbay aceleyle kendisinden düşmanın değişen yerleri için yeni atış koordinatlarının hesaplarını yapıp hemen yeni hedeflere atış yapılmasını koordine etmesini emreder. Mevzideki yerini alan teğmen bu sefer gerçekliğe değil fenomenlere karşı olan savaşı için kalemini oynatmaya başlamıştır bile.

Savaşın en ön cephelerinde ve bir kısmı da tutsaklıkla geçen yılların ardından yurduna dönerek savaş sırasında aldığı bu notları kitap haline getirmeye çabalayan bu genç teğmenin adı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. Bastırmak üzere çabaladığı kitabının adı da Spinoza’nın benzer bir yapıtından etkilenerek isimlendirdiği Tractatus Logico-Philosophicus’tur. Kitabı savaşta hayatını kaybettiği için kendisini bir daha göremediği yakın dostu David’e adar. Avusturya’nın ve hatta dünyanın o zamanki en zengin ailelerinden birinde doğan bu gönlü zengin adam babasının ölümünün ardından kendisine kalan devasa mirası anonim olarak dağıtmış ve hayatını gerçeğin peşinde bir avcı olarak bir parça ekmek bir tas çorba anlayışıyla mütevazi bir şekilde geçirmiştir. Hikayede geçen olaylar büyük oranda hayal ürünü olsa da, kendisinin 1. Dünya savaşına gönüllü olarak katıldığı ve kitabının büyük bölümünü bu savaş sırasında aldığı notlardan yola çıkarak yazdığı tarihi bir gerçekliktir. Bu kitabını yayınladıktan sonra felsefe tarihinin metafizik problemlerini çözdüğüne tüm kalbiyle inanan Wittgenstein felsefe çalışmalarını bırakmış ve bahçıvanlıktan ilkokul öğretmenliğine birçok farklı işlerde çalışmaya devam etmiştir. Fakat daha sonra zamanla kitabında hatalar yaptığını farketmeye başlayarak tekrar Cambridge’e dönmüş ve felsefe çalışmalarına burada ömrünün sonuna kadar devam etmiştir. Bu dahilik ile delilik arasında gelip giden sıradışı düşünürün Cambridge’te bir dostunun evinde son nefesini verirken ağzından çıkan son cümleler de hayatı ve düşünceleri hakkında bizlere küçük bir ipucu sunmaktadır.

Tell them that I’ve had a wonderful life. (Söyle onlara, mükemmel bir hayatım oldu.)

 

Sisifos

3 Yorum

  • Bay C 5 Ocak 2017 - 19:03 Reply

    Dilin anlam dünyamızdaki sınırları belirleyip belirlemediği konusunu bir “Çarşamba” akşamı tartışmıştık. Bu yazıyı okuduktan sonra bu konuya bir hatta birden fazla oturum ayarlanabileceğini hissettim. Halk ağzından ifade etmek gerekirse, “Bu pilav daha çok su kaldırır”

    • sisifos 7 Ocak 2017 - 00:56 Reply

      Evet, iyi hatırlıyorum o “Çarşamba”yı. Bütün bu olanlara ve herşeye (eğer varsa) bir açıklama getirme ihtiyacı her yanımızı sarıyor. İçinden çıkılması zor gibi görünse de bizim soruları görmezden gelmemiz soruları yok etmiyor ya da çözüme kavuşturmuyor. Wittgenstein’in denemesi sanırım en başa giderek yanlış veya “saçma” soruları sormamızı engelleme çabasıydı. Her ne kadar daha sonra bu fikirlerini değiştirse de yine de dikkate değer ve üzerine düşünülmesi gereken düşünceler olarak görüyorum. Neticede hakikat sürekli yakaladığımızı sandığımız anda elimizden kaçıveren bir kelebek misali değil midir?

  • sisifos 8 Ocak 2017 - 12:21 Reply

    Wittgenstein: A Wonderful Life (1989)
    https://www.youtube.com/watch?v=8BoKjQfMihs

  • Yanıt yaz