Tanrı’nın Evrimi

6 Posted by - 4 Ocak 2017 - Ocak 2017

İngiliz biyolog ve doğa tarihçisi Charles Darwin tarafından 1859 yılında kaleme alınan “Türlerin Kökeni Üzerine” kitabı, günümüzde dahi hala üzerinde tartışılan, yaradılışa dair en yakıcı metinlerden birisidir. Metnin bu derece yakıcı oluşu, bilimsel bir çalışma olmasının yanı sıra, ortaya koyduğu konuların klasik teoloji kabullerini boşa düşürmesidir. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam inançlarının kabul ettiği, canlılığı, bir yatırıcı tarafından tüm evreni yoktan var ettiği görüşü ile başlatan teolojik kabul, bugün dünya üzerindeki milyarlarca insanın hala keskin bir biçimde inanışıdır. Evrim teorisi adında barındırdığı “Teori” tanımı ile henüz “Yasa” olmaktan uzak olduğu için, eleştiriye ve karşıt görüşlere açık durumda olmasına rağmen, yanlış olduğuna dair bilimsel bir kanıtta bulunamamıştır. Evrim teorisi hakkındaki eleştirel yaklaşımın, “Peki evrim bugün neden devam etmiyor ?” seviyesine indirgenmesi, evrimin kabulünde, gözle görünme şartı arayan teolojik yaklaşım adına tutarsızlık ifade etmiyor mu? Milyonlarca yılda gerçekleştiği iddia edilen evrimin, kısıtlı insan ömrü süresinde izlenebilir olması beklentisi, gerçek bir soru mudur yoksa mesnetsiz bir saldırı mı?

Bir an için evrimleştiğimizi kabullensek bile, neden bir tanrı ya ihtiyaç duymayalım? Evrimleşmiş olmak tüm soruların cevabını verebilir mi?

Tanrı olgusu ile evrim arasında kurulan bu dışlayıcı bağ tamamıyla yanlıştır. Evrimleştiğimizi kabul ettiğimiz bir dünyada dahi cevaplayamadığımız sorularımızın yegâne karşılığı tanrı olacaktır. (En azından büyük bir kesim için). Milyonlarca yılda evrimleşen insan, o an geldiğinde sığınmak için tanrı inancını yaratmış ve kendisi ile birlikte inancı da evrimleştirerek bugünkü kabullere ulaştırmıştır. Çok tanrılı dinlerden, paganizme oradan tek tanrılı dinlere doğru, her dönem tanrı olgusunu biçimlendirerek evrimleşmiştir. Bu anlamda evrim, her dönemde kendi tanrısını ve inanış biçimini de yaratmıştır diyebiliriz. Bu biçimi ile makro evrim olarak adlandırabileceğimiz süregeliş, bugün kabul gören bütün dinlerde, din görevliler veya gönüllüleri tarafından, kutsal metinlere sadık kalındığını “iddia ederek” kabulü göreceli de olsa evrimleştirilmiştir. Müslümanlıktaki din âlimlerinin hadisleri, Musevilikteki Gemara[1] bunlara örnek verilebilir.

Bu önermeye göre, tanrısını ve inancını kendi yaratan evrimleşmiş insan, yine evrimleştirmiş olduğu din duygusu içerisinde, bir anlamda kendi tanrısı başka bir deyişle tanrının kendisi olmuş olmuyor muydu? İlk bakışta, bu durum, Hallac-ı Mansur’un idama götüren,”En-el Hak” ifadesi ile benzeştirilebilir gelse de, Hallac-ı Mansur’un “Allah’ta eriyip yok olmak” anlamında söylediği “En-el Hak” ile ilgisi yoktur; ayrıca kendisi de inançlı bir Müslümandır.

Tanrı insanın zihninde, davranışları kontrol eden, düzenleyen, kısıtlayan bir olgu olarak yaşıyor ise, ona ulaşmanın ve/veya ibadet etmenin biçimleri ve yorumu yüzyıllar boyunca insan tarafından evrimleştirilerek değiştiriliyor ise, yaratan ile yaratılan arasındaki bu iç içe geçmişlik, her insanda farklı tanrı algılayışını ve ibadet ritüellerini doğurmaz mı? İnsanoğlunun makro evrimi, tüm bu soruları doğal olarak yanıtlamaktan uzak olduğu kadar soruları yarattığı için korkutucu olarak görülebilir.

Evrimin makro düzeyde gözle görünememesi, bize mikro düzeyde bir fikir üzerinde düşünmeye itebilir. Yeni doğan bebeğin çocukluğa, yetişkinliğe oradan da yaşamının sonuna kadar sürdürdüğü ömür de mikro bir evrim değil midir? Bebekler doğdukları anda dişleri yoktur çünkü buna ihtiyaçları yoktur. Ek gıda döneminde, süt dişleri diye tabir edilen dişlere kavuşurlar ta ki, 5-7 yaş arasında sahip olacakları kalıcı dişlere kadar. Doğdukları andan itibaren yoğun olarak ihtiyaç duydukları uyku, üç yaşından itibaren azalmaya başlar. Yaşlandıklarında ise daha da az ihtiyaç duyarlar. Derilerinin hassasiyeti de giderek azalır, daha sert ve kalın bir deriye ve kıllara sahip olurlar. Bunlara fiziksel mikro evrimler diyebiliriz ve hepsini gözlemleyebiliriz.

Peki, fiziksel evrimin dışında kalanlar; egolarımız, hırslarımız henüz öğrenmediğimiz tekli veya çoklu tanrı inançları ve ibadet biçimleri. En günahsız olduğumuz zamanlar bebeklik/çocukluk dönemlerimiz olduğu için mi tanrıyı bilmeyiz veya ihtiyaç duymayız? Neden kötülüklere, ahlaksızlıklara bulaştıkça ya da kötülük bize ulaşmasın diye tanrıya ihtiyaç duyarız. Günah işlemediğini düşünmeyen bir Hristiyan neden günah çıkartmaz? Yapmış olduklarından pişman olarak bir hücre içerisinde papaz vasıtasıyla tanrıdan af dilemek, canına kıyılan veya malı çalınan insandan özür dilemekten daha kolaydır çünkü. İnsan bu özrü sadece kendi tanrısından diler ve onunla tanrı arasında bir sır olarak kalacağına inanarak, bir daha tekrarlanmak üzere zihninin karanlıklarına iter. Doğumundan itibaren mikro, mensubu olduğu insanlık ailesi sebebi ile makro evrimin pençesindeki insan, kader olarak tanımlandığı bilinç kuşağını kendi yarattığı tanrıların gölgesinde sürmeye devam ediyor olabilir mi?

Yok olmak korkuların en büyüğüdür. O gün geldiğinde, yeryüzündeki hayatının bir başka biçimde devam edeceğine inanmak tam bir evrim kabulüdür fakat insanlığın yarattığı tanrıların ve onların olduğu iddia edilen sözlerin sunduğu daha cazip koşulları tanımlamak sanki yine insanın kendisine düşmüş, kutsal metinlerdeki güzelliklerin hepsi dünyevi olarak betimlenmiştir.

Oysaki insanın ölümü tanrının ölümünün ta kendisidir.

Ahşap Stoa

 

[1] Gemara, Yahudilikte Medeni ve Ceza Hukuk’u olan Talmud‘un ilk bölümü olan Mişna’nın daha net anlaşılır biçimde kaleme alınması ile oluşan ve Talmud’un ikinci bölümü olarak adlandırılan metindir.

Yorum Yok

Yanıt yaz