Uyanmak

15 Posted by - 4 Ocak 2017 - Ocak 2017

Kültürel bir çölleşmenin olduğu zamanlardı, yer ve zaman tabirlerini yitirmiş bir adam, eli öfkesine tutunmuş bir esrimeyle kalabalığı yararak yürüyordu. Ensesine saplanmış bir ağrı, öksürüğüne işlemiş sigara dumanıyla kentin griliğine bulut gibi çökerek, bir sessizliği onaramamanın hırsını, esen rüzgârı göğsüyle döverek çıkartıyordu. Kimsenin bundan haberi yoktu. Herkes birbirinin kalabalığına aitti ve bu kalabalıklar içinde kaybolmak istemiyordu. Onun istediği kaybolmak; tek başına bir yere gidip oraya ait olmak değildi. Tamamıyla kaybolmak, olmamak, tanrının bile görmediği bir hiçlik. Uzayda bir hacimsizlik, bir düşünce olarak bile kalmamak.

Aklını yiyip bitirdiği gecelerde kurduğu cümleleri birine anlatması durumunda, anlattığı kişi, kamu görevlilerine haber verip deli gömleği giydirtebilirdi. Devletin görevi sorun çözmekti. Farklı olan durum ne ise devlet organları ona göre şekil alıp hastalıklı insanı kendi sisteminin içinde bir kurumun aidiyetine mahkûm ediyordu. Deliler için akıl hastanesi buna bir örnekti. Oysa ona göre dünya “deli habitatı”ydı. Ne yaşadığını bilmeyen canlıların oluşturduğu bir ekosistem. Ve bu ekosistem zincirinin en tepesinde olmanın verdiği ukalalıkla kendisine Latince “Homo sapiens” ismini veren en genç canlı insan, her şeye hükmetme aptallığına düşüyordu.

Herkes konuşuyordu ama kimse kendi sesinden başka bir şey duymuyordu. Başkasını duymayan canlı yalnız kalmaya mahkûmdur. Sırtını bir başkasına kaşıtmak istediğinde, bir ricada bulunduğunda, Cevizlibağ’dan kalkan sarı dolmuşta “Taksim’e bir kişi uzatır mısınız?” dediğinde insanlar birbirini anlıyordu. Sevgililer ilişkilerinin başında birbirini dinliyor, sonraki zamanlarda konuşulanlar boşluğu dövmekten başka bir işe yaramıyor ve zamanla ikisi de yalnızlığına gömülüyordu. Ne zaman ki ayrılık vakti geliyor işte o zaman birbirlerini dinliyor ve anlıyorlardı. Ayrılık bir yalnızlık değildir, kendini bulmadır. Ayrılık bir sessizlik değildir, bir arınmadır. Herkesin bildiği ama kimsenin anlamak istemediği, çoğu zaman unuttuğu bir iç çekiştir. Kendi içine kavisli bir dönüştür.

Bir kalabalığa ait olmak istemiyordu. Herhangi bir sessizlikte kelimesiz kalmak, bir tartışmada konuşan taraf olmak istemiyordu. Birbirlerinin kalabalığına ait olan insanlar, gürültüsüne de ait oluyor, sessizliklerine de sessizlik katıyorlardı. Köşedeki barda, yokuş üstündeki kafede, ülkesinin ve kendi sıkıntısının anlatıcısı oluyor, sinemada abartılmış duyguların hayalini kazanıyor, tiyatroda ruhuna estetik ve farklılık kazandırıyor, bir savaş öncesi depolarına dönüşmüş, yiyecek ve giyecek istiflemiş süpermarketlerin içinde bir başka gürültüye ortak oluyordu. Süpermarketlerinde gönlünce tüketim yapanların sayısının, toplam nüfusuna oranı az olan ülkeler üçüncü dünya ülkeleriydi. Bir sınıflandırma içgüdüsü, yarıştırma ahmaklığına düşmüş insanoğlunun vahşiliği, belgeselde bir geyiği zevk uğruna değil de hayatta kalmak uğruna avlayan aslanı görünce son buluyordu.

Hiçbir şey yokmuş gibi yaşayamadığı, sokaktakiler gibi olamadığı, bir kalabalığı daha da fazla enfekte edemediği bir geceydi. Şehrin karbon monoksitini ve kendi elleriyle kirlettiği havasını içine çekiyor, ciğerlerinde öğütüyor, yeniden nefes alabilmek için kirlettiği havaya her seferinde başka bir kirlenmişlik veriyordu. Bu döngü ve döngüler canını sıkıyordu.

İnsanın en güçsüz anları, amaçsızlığının farkına vardığı zamanlardı.

Bir süre sonra kendine geldi. Zaman ve mekân kavramları isim buldu.

‘Ev’ dedi, ‘Eve gitmeliyim… ya da başka bir ev’.

Karakolun bittiği yerden sağa saptı, sarı dolmuşa bindi “Çapa, bir kişi”.

Kamarot

Yorum Yok

Yanıt yaz