Çarşamba

8 Posted by - 4 Ocak 2017 - Ocak 2017

Bugün Halkalıfil’in hikâyesini yazmadık istedim sizlere. Bu fikrin nasıl zaman içinde geliştiğini ve buralara geldiğinin kısa bir öyküsünü paylaşmak istedim. Bu hikâyeyi yazarken fonda hep https://www.youtube.com/watch?v=Y9SnsxCFC10 çalıyordu. Siz okurken de belki sizi hikâyeye bir parça daha yaklaştırabilir.

Biz üç kişiydik. Laf ya da espri olsun diye söylemiyorum, gerçekten öyleydik. Bay C, Sonradan Gurme ve ben, Sisifos. Herşey yıllar önce doğal akışıyla gelişerek başladı sanırım. Görünüşte tamamen rastlantısal veya kimine göre (daha o zamanlar anlamını kavrayamadığım) deterministik süreçler bizi buluşturmuştu. Üçümüz üç ayrı dağdan üç hırçın su gibi akıp gelmiş ve buluşmuştuk bir kavşakta. Çok gerilere gitmek istemiyorum bu anıları yazarken. Sadece bugün burada karaladığımız bu Halkalıfil isimli defterin kısa bir hikâyesini yazmak istedim.

Yazmak istedim çünkü nesnelerin ve olguların birer birer anlamlarını yitirdikleri veya silikleştikleri hayatımda anlam bulma çabama bir nebze olsun katkı sağlayan birkaç etkinlikten biriydi bu birliktelik. Herşey, düzenin bizleri ekmek parası kazanma çabası için ittiği o ofislerdeki profesyonel ortamda buluşmamızla başladı. O zamanlar, üç ayrı dünyadan üç ayrı hikâyeye sahip kişiler olarak yapabildiğimiz tek şey çay sigara molalarındaki günlük siyaset ve spor gündemi gibi sığ sohbetlerdi genellikle. Ama biz farkında olmadan daha o zamanlardan bazı süreçler işlemeye başlamış demek ki arka planda. Ben ve Sonradan Gurme daha benzer sosyal çevrelerden gelirken Bay C bize göre daha farklı bir sosyal ve fikirsel çevrenin izlerini taşıyordu geçmişinden. Biz onu kendi fikirsel alanımıza ümitsizce çekmeye çabalarken, her nasıl olduysa Bay C bizi bir şekilde kendi ağlarına çekmeyi başardı. İyiki de başarmış diyorum şimdi düşününce. Kendimizi ne olduğunu bile anlamadan bir anda o anason kokulu masaların bizleri çeken büyülü akşamlarında bulduk. Daha durun, bitmedi hikâyem, belki yeni başlıyoruz daha.

Anason kokulu masalarda türkü tadındaki ilk buluşmalarımız daha çok sistemin bize izin verdiği iş çıkışı zamanlarda gerçekleşiyordu. Daha başlangıç aşamasındaki bu dönemin hemen başında ben kısa sayılabilecek bir süre İstanbul’dan ayrılmak durumunda kalmıştım. Ne yalan söyliyeyim, gittiğim yerde çok da aramamıştım diye hatırlıyorum bu ortamı ama bilinç altıma nasıl işlediğini döndükten sonra fark ettim. Aynı zaman dilimlerine gelen benim fikirsel hayatımdaki büyük dönüşümler ile birlikte döndüğümde çok farklı bir anlam kazandı birlikteliğimiz. Hiç zayıflamadı, tam aksine eskisinden çok daha güçlü ve anlamlı bir birliktelik haline gelmeye başladı bu beraberlik. Bay C Güneşli ’deki evinden Halkalı ’ya taşındığı sıralarda Sonradan Gurme de yine Halkalı ‘ya taşınmıştı. Bu fırsatı kaçıramayacağımı düşünerek ben de yine Halkalı ’da onlara yakın bir semte taşındım. Bu dönemle birlikte önceden daha çok iş hayatına bağlı olan birlikteliğimiz mekânsal yakınlığın da getirdiği kolaylıklarla farklı bir döneme girmiş oldu. Eşlerimiz ve aile bireylerimizin de birlikteliğimize katılmasıyla kocaman bir aile haline geldik kendimiz bile farkına varmadan. Artık sofralarımız daha kalabalık, daha sesli ve daha eğlenceli hale gelmişti. Rakı sofralarında kadehlerimizi tokuşturup aynı türküyü söylerken, Gezi eylemlerinde yumruklarımızı kaldırıp aynı sloganları atıyorduk. Cuma akşamları gittiğimiz bir Yeşilköy restoranı artık klasik halini almıştı bizim için bu dönemde. Bir insan sürekli aynı kişiler ile buluşup sohbet etmekten bıkmaz mı? Bıkmayabiliyormuş işte. Hatta tam tersi şekilde o Cuma akşamlarını iple çekebiliyormuş. Çevremizdeki birçok dostumuz bu birlikteliği çok hoş bulduklarını ve kıskandıklarını defalarca bize dile getirmişlerdir çekinmeden. Şimdi diyeceksiniz ki, ne alakası var bütün bunların Halkalıfil ile. Daha durun, burda da bitmedi hikâyemiz.

Artık her bireyinin grubumuzda kendine has bir yeri olduğu kocaman bir aile haline gelmiştik. Kimler katılmadı ki, eşlerimiz, baldızlar, düşük bütçeli Lenin ve El-arte. Artık bazen İstanbul da bize yetmiyordu ve biz de soluğu tatil yerlerinde birlikte alıyorduk topluca. Ama durun durun. Başka bişeyden bahsedecektim ben size. Evet, evet, Çarşamba diyorduk. Böyle uzun bir hikâyeyi benim gibi kötü ve kafası karışık bir anlatıcı yazmaya kalkarsa böyle olabiliyor işte. Neyse, biz Çarşamba’ya dönelim. İçimizde rakıyı en çok seven Bay C idi. İçimizde şiiri ve edebiyatı en çok seven de oydu. Bazı öğle vakitleri tek başına gider, Küçükçekmece’nin veya Beyoğlu’nun küçük bir meyhanesinde beyaz örtülü küçük bir masada rakı kadehini doldururken içinde biriktirdiklerini boşaltırdı kâğıt parçalarına, bazen kafiyeli, bazan kafiyesiz. Bize de hep ballandırarak anlatırdı öğle rakılarının ne kadar güzel ve değerli olduğunu. İşimiz gereği hayalimizdeki öğle rakılarını bir türlü yapamadık ama Bay C o bitmek bilmeyen ısrarlarıyla bizleri sadece üçümüzün olduğu Çarşamba rakılarına çekmeyi başardı. Çarşamba akşamları iş çıkışı buluşup çoğunlukla Halkalı’daki göle yakın bir restoranda kurmaya başladık çilingir soframızı. Ben o zamanlar yaşadığım fikirsel dünyamdaki zemin kaymaları ve anlam boşluklarıyla kendimi felsefi konulara vermiş haldeydim. Bay C ise yine varoluşun tam ortasında durarak şiirlere ve edebiyata çalıyordu kalemini. İkimizi karanlık dünyalarımızdan çıkarıp gerçekliğin soğuk zeminine çekmek ise genellike Sonradan Gurme’ye düşüyordu. Aramızdaki en beyefendi kişiydi Sonradan Gurme. Hani hep ideal tarif edilen aile babası vardır ya, işte kendisi tam olarak oydu. Eşli toplanmalarımızda masadaki kadınlardan çoğunlukla tam not almayı başarabilen tek erkekti aramızdaki sanırım. Ne ben ne de Bay C romantik dünyalarımıza çekemezdik onu çünkü aramızda ayakları en çok yere basan o idi. Ketumluğundan dert yanardı hep Bay C onun için. Bazen anlatmadığını ve içine attığını düşünürdük nedense işte. Belki de zamanında çok konuşmuş sonra faydasını görmeyip bırakmıştı, kim bilir. Aramızda artık bir kodlama haline gelmişti bu kelime. Çarşamba dediğimizde bizim aklımıza haftanın bir gününden ziyade felsefe, edebiyat, şiir, aşk, yaşanmışlıklar, kadınlar, türküler ve rakı geliyordu. Her Çarşamba orada gölün kenarında buluşup yitirmişliklerimizi, hiç bulamamışlıklarımızı, kaybettiklerimizi veya bulamadıklarımızı, aradıklarımızı konuşuyorduk saatlerce bıkıp usanmadan. Böylesine farklı mizaçların böylesine güzel uyuşabilmesi bazen bizleri bile şaşırtıyordu kendimize baktığımızda. Üç açısı birbirinden farklı olan bir üçgene benziyorduk çoğunlukla. Açılarımız birbirinden farklı olmasına rağmen iç açılarımızın toplamı her zaman 180 ediyordu. Benim üç gram aklımla sorduğum saçma sapan soruların karanlığından bazen Bay C’nin bir şiiri, bazen de Sonradan Gurme’nin masaya taze gelen çoban kavurmaya yaptığı bir yorum çekip çıkarırdı bizi. Masada birinin eksikliği her zaman farkedilirdi diğerlerince. Ne hayatın anlamını bulabildik o masada, ne güzel gözlü sevgiliye söylenebilecek en güzel şiirleri yazabildik, ne de en güzel mezeleri tadabildik. Ama yine de o masa bizimdi. Bizim tek kaçamağımız, tek kaçabildiğimiz yerdi günlük hayatın anlamsız ve soğuk koşuşturmacasından. Tuvalet aralarına koşar adım gidip gelinen bir masaydı bizimki, masadaki sohbeti kaçırmamak adına. Üçümüz de bir hafta biriktirdiğimiz o zehri akıtma çabasıyla koşarak gidiyorduk o Çarşamba masasına, çoğu zaman eşlerimizden azar işitme pahasına olsa bile. Daha da bitmedi henüz hikaye, biraz daha sabır.

Bütün bu anlattığım hikâye 6-7 yıllık bir dönemi kapsasa da, Çarşamba gecelerimiz bunun sadece son birkaç yılına yetişebildi. Neler olmadı ki bu uzun dönemde. Ülkenin bitmek tükenmek bilmeyen siyasi çalkantıları, yeni eklenen dostlar, yeni hikâyeler, bizim geçirdiğimiz değişimler. Bu gruptaki her bir kişi ayrı ayrı yazıyı hakkediyor aslında ama bütün bunları ayrı ayrı yazıp okuyucuyu da kendini ilgilendirmeyen detaylarda boğmak istemiyorum. Çarşamba akşamlarımıza Düşük Bütçeli Lenin’de katılmaya başladı mesela. Kendisi, Bay C’nin deyimiyle, ahlakın bedene bürünmüş hali olarak katılıyordu aramıza. Kendisinin en aklımda kalan mizansenlerinden biri şöyledir. Bay C bir gün kendisi ile rakı sofrasında bir şey paylaşırken uzun uzun dinlemiş ve daha sonra Bay C’ye, “Bay C, sen bana bir şey mi anlatıyorsun yoksa bir şiir falan mı okuyorsun” demiştir. Kendisinin sizi dinlerken her an konuya yoğun bir şekilde girecekmiş ya da sizi ilk defa görüyormuş gibi olan şaşkın ya da boş bakışları her zaman görülmeye değerdir. Ayrıca yine kendisi iflah olmaz bir İzmir-Aliağa tutkunudur ki içimden bir his yakın zamanda tutkusuna kavuşacağını söylüyor. Sonra bizi ara sıra da olsa ziyaret edip her ziyaretinde damağımızda bir dahaki görüşmeyi iple çekerek özleyeceğimiz bir tat bırakan El-Arte. Grupça kendisine yaptığımız en ağır şakaları bile en tatlı şekilde kaldıran bu bedeni büyük ama kalbi serçe yüreği gibi duygusal adam masalarımızın her zaman aranan ve özlenen kişisi. Kendisini her zaman yokluğunda asıl adı Hasret olan ama bizim “Ter döküyor dört duvar, saat neredeyse beş” olarak andığımız Sezen Aksu şarkısıyla hatırladık hep. Hepimiz ayrı bir telden çalıyorduk o tadına doyum olmayan masalarda. Ben felsefeden dem vururken Bay C şiir, edebiyat ve sanata giriş yapardı. Sonradan Gurme bizi o çok ince gördüğü esprileriyle kahkahaya bir anda boğarken Düşük Bütçeli Lenin’in bütün sorunları kapitalizmde görüp çözümü sosyo ekonomik devrimlere bağlaması. Sonra hepimizin kanındaki alkol seviyesinin yükselmesine bağlı olarak en sonunda El-arte’nin de katılımıyla dertlerimizin temeline indiğimiz kadınlar konusunda buluşmamız ve dökebildiğimiz kadarıyla esiri olduğumuz en mahrem duygularımızı masaya sermelerimiz. Aynen gerçek Sisifos’un hikâyesindeki gibi, çözemeyeceğimiz ve çözmeyeceğimizi çok iyi bildiğimiz sorunlarımızı bıkmadan tekrar tekrar o masada konuşmak için bir sonraki haftaya daha o zamandan sözleşmek o birlikteliği en güzel özetleyen cümle olur herhalde.

İşe böyle başladı Halkalıfil hikayesi. Hayat bizleri bir yerlere savuruyor sürekli. Ben nedenini burada paylaşamayacağım sebeplerden dolayı başka bir ülkeye taşınma kararı aldım. El-arte bir ege şehrinde hayallerinin peşinde koşarak yaşamını sürdürüyor. Düşük Bütçeli Lenin ekmeğini kazanmak için İstanbul’dan ayrıldı. Bay C ve Sonradan Gurme İstanbul’da devam ediyor sadece hayatlarına. Ayrılığımız bizler için kolay olmadı. Yatılı okul ya da asker arkadaşlıkları gibi sözleştik bu güzel hikâyenin burada bitmemesi için. Sanırım burada bir hata ya da sorumluluk varsa en büyük pay da bana düşüyor bu konuda. Bu birlikteliğin mimarı olan Bay C bizi yine bir arada tutmak için ortaya attı Halkalıfil fikrini. İyi de yaptı. Değer ve anlam verilecek şeylerin bu kadar az olduğu bir dünyada böylesine bir birlikteliği kesip atmayı biz istesek de beceremezdik zaten. Mekânsal mesafeler bir şekilde aşılabiliyor ama duygusal ve fikirsel mesafeleri aşmak çok daha zor. Bu yüzden ümidimizi yitirmeden fikirsel birlikteliğimizi devam ettirmek üzere birşeyler karalamaya devam ediyoruz işte Halkalıfil’e.

İçim yangın yeri gibi diyor ya hani filmde, öyle hissediyorum bazen. Aslında yazmak istediklerimle yazdıklarım arasındaki devasa farkı görünce de umudumu yitiriyorum. Daha da fazla uzatıp sıkıcı olmak istemiyorum ama şunu da tekrar eklemeden edemeyeceğim.

Daha durun henüz, burada bitmedi hikâyemiz…

Sisifos

1 Yorum

  • El Arte 4 Ocak 2017 - 19:08 Reply

    için yangın yeri gibi , benim içimde öyle
    ağlattın be

  • Yanıt yaz