Üç Aziz

3 Posted by - 5 Şubat 2017 - Şubat 2017

Yazılı ve sözlü insanlık tarihi, hayat hikayeleri hepimize iyinin ve kötünün ötesinde ışık tutacak binlerce insanın hayat hikayesi ile doludur. Bunların içine devlet adamları, peygamberler, halk önderleri, düşünürler, azizler, bilim insanları ve mucitler olduğu gibi katil ve suçlular, dolandırıcı ve soyguncular da dahildir. Bu yazıda yakın tarihten 3 büyük düşünürün beni derinden etkileyen hayat hikayelerine belirli bir açıdan bakmaya çalışarak kısaca paylaşmak istiyorum. Yazıda bu düşünürlerin düşünce eksenlerinden çok günlük yaşamlarından bir örnek çıkarmaya odaklanacağım. Varlık alemine “fırlatılmış” insanlar olarak elimizde hayatı nasıl yaşamamızın daha doğru olacağına dair yazılı bir kaynak olmadığı için, bizden önce yaşamış insanların hayat hikayelerinin bizlere örnekler teşkil edeceğini düşünmek çok da yanlış olmaz diye düşünüyorum. Üzerinde durmak istediğim konu ise, bu düşünce insanlarının günlük anlamda dilimizde “maddiyat” diye tabir ettiğimiz, daha kaba tabirle para pul ve dünya gereçleri ile olan ilişkilerine kısaca değinmek istedim. Lafı daha fazla uzatmadan bahsetmek istediğim şahsiyetleri tanıyalım. En sonunda konu ile ilgili görüşlerimi toparlayarak kendi adıma çıkardığım dersleri aktarmaya çalışacağım.

 

Baruch “Benedictus” Spinoza

1632 Hollanda doğumlu bu düşünür, Amsterdam’da portekiz göçmeni bir yahudi aileye mensup olarak dünyaya gözlerini açmıştır. Çocukluğunda sıkı bir dini eğitim alan ve bu çevrede yetişen Spinoza, ilerleyen yaşlarında almaya başladığı farklı derslerin ve öğrendiklerinin yardımıyla büyük bir fikir değişimine uğramıştır. Yirmili yaşlarında yaşadığı bu büyük dönüşüm ve değişim onu bağlı bulunduğu ailesinden ve içinde yaşadığı yahudi toplumundan koparmış, daha doğru tabirle dışlanmasına sebep olmuştur. Ailesinin ve çevresinin yoğun ve ısrarlı çabalarına ve ısrarlarına rağmen düşüncelerinden vazgeçmeyen Spinoza’ya önce makam ve yüklü miktarda para teklif edilmiştir fakat kendisi düşüncelerinden zerre taviz vermeyince küfür ve inkâr içerisinde olduğu iddiasıyla Yahudi toplumundan aforoz edilmiştir. Bağlı bulunduğu sinagogun kapısına, kendisi ile konuşmanın, iletişim kurmanın, alış veriş yapmanın, yazılarını okumanın ya da dağıtmanın yasak olduğu bir yazı asılmış ve bu yazı uzun süre burada kalmıştır. Bütün bu dışlanmışlığa rağmen hakikate olan bağlılığı dolaysıyla tavizsiz olarak yaşamına devam eden Spinoza tek bir an bile tereddüt etmeden ve durmadan düşünsel çabalarına devam etmiştir. Bütün bu maddi ve manevi olumsuzlukların yanında otoriteler tarafından Amsterdam’dan çıkarılmış ve başka bir şehre gönderilmiştir. Hayatının geri kalan döneminde serbest düşünce insanı olarak Spinoza hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamıştır. Geçimini eğitimini aldığı optik üzerine küçük bir gelirle mütevazı bir şekilde devam ettiren Spinoza, kendisine Almanya’daki bir üniversiteden gelen felsefe kürsüsü teklifini, düşüncelerine sınır çekeceği gerekçesi ile geri çevirmiş ve mütevazı hayatına yalnız ve üretken bir şekilde devam etmiştir. Kendisine karşı olanların ve ateistlik ile suçlayanların bile Spinoza’nın azizlere yakışır bir hayat yaşadığını itiraf etmeleri sanırım bizlere onun “maddiyatla” olan ilişkisi hakkında az da olsa bir fikir vermektedir. 44 yaşında hayata gözlerini yuman bu yalnız ve özgür ruh, maddiyat adına sadece ihtiyacını kadarını tüketmiş ve maddi olarak arkasında elle tutulur bir şey bırakmamıştır ama hem yapıtlarıyla hem yaşam öyküsüyle insanların idealleri ve fikirleri uğruna bizlere nasıl bir yaşam yaşanması gerektiği hakkında gayet derin ve anlamlı bir öykü sunmuştur. Büyük bilim adamı Albert Einstein’a kendisinin tanrıya inanıp inanmadığı sorulduğunda, “Ben Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum” cevabını verir. Kendisinin Spinoza için ayrıca yazdığı bir şiir de Spinoza’nın yaşadığı bugün müze haline getirilen evde bulunan ziyaretçi defterinde mevcuttur ve internet üzerinden bulunabilir.

 

Friedrich Wilhelm Nietzsche

1844 yılında Prusya’da bir köy papazının oğlu olarak dünyaya gözlerini açan Nietzsche’nin adını duymayan hemen hemen yok gibidir. Ne yazık ki kendisinin popülaritesine rağmen düşüncelerinin aynı tam olarak anlaşıldığını söylemek oldukça güçtür. Çocukluğunda dini bir eğitim aldıktan sonra bu eğitimi ilerletmek için gittiği Bonn üniversitesinde tam tersi bir değişim yaşamış ve inancındaki çelişkilerin farkına vararak bundan vazgeçip bir hakikat arayıcısı olmanın yollarına düşmenin ilk adımlarını atmaya başlamıştır. Daha sonra 24 gibi erken denilebilecek yaşta Basel üniversitesinde filoloji profesörü olarak atanmış ve burada çalışmalarına bir süre devam etmiştir. Basel’e gitmeden önce kendisi Prusya (bugünkü Almanya) vatandaşlığından feragat etmiş ve hayatının geri kalanını resmi olarak vatansız bir kimlikle yaşamıştır. 10 yıla yakın bir süre bu üniversitede çalışan Nietzsche daha sonra şiddetli sağlık sorunlarının yanında düşünce dünyasına uyduramadığı akademik ortamın da etkisiyle üniversiteden ayrılmış ve buradan aldığı cüzi bir gelirle hayatının geri kalanını göçebe olarak farklı şehir ve ülkelerde mütevazı bir şekilde vatansız bir göçebe düşünür olarak devam etmiştir. Biyografilerinde anlatıldığı kadarıyla bir valizinden daha fazla bir eşyası olmayan Nietzsche’nin sahip olduğu giysilerinin birçoğu da eski, yıpranmış ve yamalıdır. Kendisi maddi zorlukların yanında sağlık sorunlarıyla da bir öbür boyu mücadele etmiştir. Şiddetli ve uzun süren baş ağrılarının yanında mide ağrıları ve görme bozuklukları gibi birçok rahatsızlık bu (bizlere göre) talihsiz düşünürün yakasını bir ömür bırakmamış ama kendi deyimiyle kendisini yüceltmişlerdir. Lou Salome adlı Rus kızına olan aşkına cevap alamayan Nietzsche hiçbir zaman evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamıştır. Çoğu kişinin bildiği hikâyeyi tekrarlamak gerekirse, Torino’da yürürken sahibi tarafından kırbaçlandığını gördüğü bir ata doğru koşarak atın boynuna sarılmış daha sonra yere düşerek mental bir kriz geçirmiştir. Daha sonra hayatının geri kalan 10 yıla yakın kısmını felçli olarak annesinin ve kız kardeşinin gözetiminde konuşmadan ve hareket etmeden olarak geçirmiş ve 55 yaşında hayata gözlerini yummuştur. Deccal ve put kıran olarak adlandırılan bu azılı din (özünde Hristiyanlık) ve inanç karşıtı düşünür akademik hayatta çok daha kolay yerlere gelip maddi bir sefa sürme imkanı varken bunun yerine azizlere yaraşır mütevazi bir hayat yaşamış ve maddi olarak tüketmeden ama manevi olarak üretken bir hayat geçirmiştir.

Ludwig Josef Johann Wittgenstein

1889 yılında Avusturya-Macaristan imparatorluğunda dönemine göre ülkesinin ve dünyanın sayılı zengin ailelerinden birinde dünyaya gelen Wittgenstein, ailesinin de ısrarıyla önceleri mühendislik üzerine başladığı öğreniminde çok yakın ilişkide olduğu matematiğin de sebebiyle felsefi konulara ilgi duymuş ve Manchester üniversitesindeki öğrenimini yarıda keserek soluğu Cambridge üniversitesinde dönemin ve yakın tarihin büyük düşünürlerinden Bertrand Russel’ın yanında almıştır. Parlak zekâsı ve hakikat uğruna karşı koyamadığı düşkünlüğü ile Russel’ı etkilemiş olan Wittgenstein, 7 yıla yakın bu üniversitede felsefe üzerine çalışmış fakat daha sonra akademik ortamın kendisini tatmin etmemesi üzerine Norveç’te küçük bir fiyort kasabasına taşınarak münzevi bir hayata başlamıştır. Bu sıralarda babasının ölümüyle kendisine kalan miras dolaysıyla dünyanın sayılı zenginlerinden biri haline gelen bu uslanmaz düşünür, servetini anonim olarak çevresine dağıtmış ve mütevazı bir hayat yaşamaya devam etmiştir. Daha sonra kopan 1. Dünya Savaşına gönüllü olarak katılan Wittgenstein uzun süre cephede savaşmış ve bu sırada notlar almaya ve felsefesini yazmaya devam etmiştir. Bir süre İtalya’da esir olarak kaldıktan sonra savaşın bitimiyle serbest bırakılmış ve ülkesine dönmüştür. Ülkesine döndükten sonra savaş öncesinde ve savaş sırasında tuttuğu notları kitap haline getirerek, Spinoza’nın Tractatus Theologico-Politicus adlı eserinin isminden esinlenerek Tractatus Logico-Philosophicus isimli ilk eserini yayınlamıştır. Düşünce dünyasında oldukça yankı bulan bu eserden sonra felsefi tüm problemleri çözdüğüne gönülden inanan Wittgenstein, hayatının geri kalanına bahçıvanlık ve Avusturya köylerinde ilkokul öğretmenliği gibi basit işlerle devam etmiş ve oldukça mütevazı bir hayat yaşamaya devam etmiştir. Uzun süre bu şekilde devam ettikten sonra felsefi konularda yazdıklarında yaptığı hataları fark ettiğini düşünen Wittgenstein Cambridge üniversitesine geri dönmüş ve burada felsefi çalışmalarına tekrar başlamıştır. Hayatının son dönemine kadar bu çalışmalara devam eden Wittgenstein 62 yaşında hayata gözlerini yummuş ve yanındaki kişiye söylediği son sözleri “Söyle onlara, mükemmel bir hayatım oldu” olmuştur. Hiç evlenmeyen ve çocuk sahibi olmayan Wittgenstein, dünyanın sayılı zenginleri arasında olma şansını elinin tersiyle itmiş ve azizlere yaraşır bir şekilde, bir tas çorba bir parça ekmek anlayışıyla hayatını sürdürmüştür. Kendisini ziyaret edenlerin bile kendisine acıdığı bir ortamda, basit ve maddi amacı olmayan bir hayat süren bu düşünür, mükemmel bir hayatı olduğunu söyleyerek hayata veda edebilmiştir.

 

Çok fazla şahsi ve sıkıcı detaylara girmeden bu üç düşünce şahsiyetinin hayatlarını özel bir pencereden kısaca paylaşmaya çalıştım. Elbette tarih birçok azizle veya azizler gibi yaşayan insanlarla doludur ve bunun örnekleri burada sayamayacağımız kadar çoktur. Bizim belki dikkatimizi çekmesi gereken şey ise, bu 3 şahsiyetin (ve onlar gibi sayamadığım nicelerinin) herhangi bir tanrı veya ahiret inancı taşımadığı halde, ellerindeki tek hayatın bu olduğunun bilincinde olarak dünya lezzetlerinden uzak durma çabalarıdır. Para pul, makam ve şöhret gibi maddi gelirlerin yanında aile ve çocuk gibi bizler için daha basit ve insani görünen ama özünde yine de dünya maddiyatının bir parçası olan basit tatminlerden bile uzak kalan bu düşünürler arkalarında nesiller ve miraslar bırakmamışlardır. Fakat bugün dünyanın değişik yerlerinde heykelleri dikilmekte, fikirleri ve isimleriyle yaşamaya devam etmektedirler. Her üç düşünür de ellerinde imkânlar varken maddiyatı elleriyle itmişler bunun yerine mütevazı bir yaşam şeklini ve üretkenliği ikame etmişler ve önceliği dış dünyalarının yerine kendi öz benliklerinin dimdik ayakta kalmasına vermişlerdir. Klasik anlamda aziz olanların bu tür bir hayat yaşama çabaları, ahirette bekledikleri cennet vs. karşılıklarla daha kolay şekilde belki kısmen açıklanabilir. Fakat özünde inanç yerine varoluşlarının hakikate ulaşmak için yanıp tutuşan bir tutku taşıyan bunun gibi inançsız düşünürlerin dünya hayatından ve nimetlerinden vazgeçerek azizlere yaraşır bir hayat sürmeleri, bizlere karşılaştırma yapabilmemiz için bir örnek oluşturur kanısındayım. Değerli bir dostumun sürekli söylediği bir sözün önemini bir kez daha hatırlatıyorum burada. “Neyi neyle takas ettiğine dikkat et” sözünü sıklıkla tekrar ederdi bana. Bugün çevremizde kime sorarsak soralım en değerli şeyin zaman olduğunu söyleyecektir. Ama zamanımızı günlük veya saatlik ücret karşılığı satmayı ve karşılığında banka hesabımıza yatan birkaç haneli rakamları kabul etmeyi sorun etmeyiz çoğunlukla. Burada dikkat etmemiz gereken başka bir konu ise, yazının başında da değindiğim gibi, maddiyat kelimesini paraya indirgemenin bizi yanıltacağı konusudur. Evet bugün para maddi değerlerin değiş tokuşu için kullanıldığı için bir çoğu ile doğrudan ilişkilidir ama yine de bizim burada kullandığımız manada her şeyi kaplayamaz. Daha felsefi açıdan bakacak olursak bir “sevgili” ve “çocuk” sevgisi de para ile ilgili olmasa da pekâlâ maddiyat sınırları içinde düşünülebilir. Bu bağlamda hiçbir zaman tamamıyla tatmin edemeyeceğimiz fiziksel dünyamızın özelliklerinin peşinden koşmaktansa, bunun bilincinde olarak beklenti, istek ve arzularımızı sınırlandırarak yaşamanın daha sağlıklı ve erdemli bir yaşam olacağı aşikârdır. Zaten insan aç gözlülüğünün bir sonucu olarak gelişen, sürekli bir tüketim ve üreme üzerine kurulu içinde yaşadığımız bu dönem, hem kendimize hem yaşadığımız çevreye olan zararı gözler önüne sermekte ve sürdürülebilir olmaktan çok uzak bir portre çizmektedir. Maddiyatla olan ilişkilerimiz üzerine düşünmemiz ve sınırlarını belirlememiz bizlere daha dingin ve huzurlu bir iç dünya sağlayacağı gibi toplumsal olarak bugün yaşanan problemlerin büyük çoğunluğunun sebebinin yine buralara vardığını görmemize yardımcı olacaktır. Bu bağlamda geçmişte bize örnek olabilecek birer hayat sürmüş insanların hayatlarından çıkarılabilecek anlamlı dersler olduğu kanısında olduğumun tekrar altını çizerek yazımı sonlandırmak istiyorum.

“Az şeye sahip olanın köleliği de az olur. Yaşasın asil yoksulluğum!” -Friedrich Nietzsche

 

Not: “Eski karımı çok seviyorum, onu çok özledim”

Sisifos

Yorum Yok

Yanıt yaz