Matiate

7 Posted by - 8 Kasım 2017 - Kasım 2017

Yeniden yazmak için yaratılmış bir gündü, elleri uyuşarak uyanınca anlamıştı bunu kadın. Zamanın yavaşladığı o an, dünyanın “sen yazmaya başlamadan yerimden kımıldamayacağım” diyerek harfleri bir araya getirme uğraşında olan kaleme direnişinin şahidiydi. Ki anların şahitliği kendi hapishanesinde hüküm süren mahkumların tek tesellisiydi. Kalem ilk kez dilsizdi, ilk kez sağır. Beyaz kağıt üzerinde hareket ettikçe onun hızıyla raks ediyordu dünya ve bir türlü gün geceye varmıyordu. Karanlıktan korkan bu zihin bir daha geceyi görememekten daha çok korkuyordu. Zaten korkular değil miydi kalemi durduran? Bir araya gelemeyen harflerin ıssızlığında ve dargınlığında kadın geceyi özlüyordu. İşin garibi sadece “korkuyorum” yazmayı becerebilmişti. Hem korkuyor hem özlüyordu. Sonra korkulanı özlemek nasıl bir şey diye düşündü, düşündükçe durdu, durdukça dünya kaleme direndi. Sustu. Yeniden uykusunun derinine çekildi…

İçindeki dünyanın karanlığından utanan bir kadının öyküsüdür bu. Kalemi o güne kadar hiç susmayan kadının öyküsü…

Yastığa bulaşan salyasının ıslaklığıyla uyandığında onu kaybettiği gün soluna dönüp yatmayı kendine yasaklamış olduğunu ayrımsadı. İçinden bir ses “uyku dediğin yarı ölüm hali, ne yaptığını bilemezsin ki, ölenin geride bıraktıkları bile ne yaptıklarını bilmezken sen nasıl bileceksin?” dedi. Kulak vermekten kendini alamadığı ama bir o kadar da içinde her şeyi bilen edasıyla konuşan, dışarıdan bakıldığında sade fıtratıyla insanların üzerinde göz kamaştırıcı bir etki yaratırken içerden gelen ve kendi parçası olduğunu bir türlü kabul edemediği bu ukala sesle irkildi, kendine yabancılaşmanın endişesini avuçlarında sıkılı tutarak yataktan bir hışımla fırladı, aynaya koştu. Yüzüne baktı, avuçlarını açtı, ellerini izledi, ellerinin arasından soluduğu havaya karışan endişe kırıntılarının uçuş uçuş haline gözleri takılı kaldı. Tek bir kırıntının bile kalmadığını hissettiği anda, elleri sanki ona ait değilmiş gibi, yıllar önce kaybettiği, yiğidim diye severken yitiğim diye andığı Tevfik’in elleriyle dokundu kendine. Aynada gördüğü kendi sureti değildi artık, rüyanın içinde rüya gören, zihni bedenine ait olmayan ve her daim uyanık zihninin yaptığı illüzyonları kanıksamış bir zavallıydı. Zavallı geçmişini izleyen bir zavallı… Binlerce çekmeceye sığdırılamaz çoklukta ve yoğunlukta anıya insan nasıl kaşık kadar kalmış olan yüzünde taşmadan ve dağılmadan yer bulabilirdi? Yüzündeki çizgilere her dokunuşu sanki onu geçmişte bir patikaya götürüyordu, yol o kadar ıssızdı ve ağaçlar o kadar yeşildi ki içindeki yürüme ve bildiğini dahi yeniden keşfetme hevesi kabarıyordu. Gözyaşlarının tuzu patikaya yığılsa da yolun ardındakileri görmeye çalışmaktan kendini alamıyordu. Her gün geleceğe bakmaya söz verdiği gözleri, oyunu bozan ve uzaktan olanlara kıs kıs gülen bir çocuğun masumiyetinin kirlendiği ilk andaki gibi parlıyordu. Içi dışına karışmıştı… O güne geri döndü, kalemle kağıdın buluştuğu ilk güne. Yazdığı ilk cümleye…

“Tanrı’nın övünmekle haklı olduğunu düşüneceği bir yerde köklenebilirim ancak.” cümlesi düşmüştü kağıda.

Çıktığı rahmin sahibine bile ait olmadığını düşünen biri için iddialı bir kelamdı bu. Onun için anne kelimesi sözlükte karşılığı olmayan bir kelimeydi, ona “sen” diye hitap etmek bile zul gelirdi. Kadınlığını, evinin en rutubetli köşesindeki sedirde tanımadığı ama dünyadaki tüm böcekleri dahi tiksindirecek o kesif kokudan hatırlayacağı bir adamın apış arasında kaybetmişti. Bedensiz

kaldırılan bir cenazeydi ve kendi cenazesini izleme şansına sahip tek kişi olarak ayrıcalıklı hissetmeliydi, oysa yılgındı. Zehirlenen vajinasını defalarca parmağını sokarak kusturmaya çalışıp bir canı yok edemeyişinin yılgınlığıydı bu.

Kendi canı dahi bedenine ağır gelen bir kadına rağmen onun rahmine sıkı sıkıya tutunmayı başarmıştı Serap. Ilk ve son tutunduğu şey, önce bir şehre, sonra o şehre ruhu sinmiş olan Tevfik’e aşık olana dek, çıktığı rahim olacak sanrısıyla yaşamıştı.

Yıllar önce yazdığı o cümleyi defalarca okudu, sildi, yeniden yazdı, belki o zaman inanırdı. “Köklenebilirim” kekemeydi, kökökököklelelelenenenene… bilir miydi acaba? O şehri görünce anlayacaktı. Yazmakla olmayacağını düşündüğü an dolabını çoktan açmış, yanında götüreceği eşyaları seçmiş, valizinin hep aynı yerde takılı kalan fermuarına sövmeye başlamıştı bile. Içinde o güne değin hissetmediği ve bulduğu şeyle dolacağına inandığı bir boşluk vardı, valizini dahi dolduramayacak kadar az eşyası olan bir kadın için içindeki boşluğun lafı bile edilmemeliydi. Boşluk, elindeki valizdeyse hafiflik, ruhundaysa bezgin bir ağırlık demekti. Otobüs terminaline vardığında valizi ağır, içi hafif insanlar gördü, onlardan biri olmadığı için hiç ağlamadı. Gözyaşlarını içine akıtmayı öğrendiği zamanın üzerinden 33 yıl geçmişti, Tevfik’i kaybedene kadar da öğrenemeyecekti.

Kardan kalma hüzünlü bir ayazı dışarıda bırakarak, içerinin miskinlik ve nefeslerle yoğrulmuş sıcaklığında uyur uyanık geçirdiği saatlerin ardından vardığı yer cennetin yeryüzündeki temsiliydi. Dinlerin ve dillerin sınırsız diyarı Midyat’ta varolmayan bir geleceğin içine doğru yaşama karışmanın büyüsüne kapılmıştı. Gezdiği sokaklar ve gördüğü insanlar birbirine benzemeyen ve hepsinin eşsiz güzelliği birbirine sarmalanmış olan bu yerde kendini ilk kez Tanrı’ya bu kadar yakın hissetti. Oysa ki Tanrı onun yakın hissedeceği bir varlık olmaktan öte, yaşamındaki tüm ıstırapların ve çaresizliğin diyetini ödemeye mahkum ettiği yegane sanıktı. Hesap sorulmaktan, aşağılanmaktan ve yargılanmaktan utanan Tanrı sanki Serap’tan özürdilercesine bir şehir yaratmıştı, ona ölmeden önce ölme şansını bahşederek cennetin gün ışığı hüzmelerinden yapılma gümüşi kapısını aralamıştı. Şükretmek, diğerlerinin yüzlerini gökyüzüne çevirip söyleyenin ağzından Tanrı’nın kalbine giden, anlamı üzerine düşünülmemiş sıradan bir sözdü. O, kalbine bakıp seyrettiklerine şükretti, diğerlerinin aksine başını göğsüne düşürerek, ilk kez Tanrı’yı içinde hissetti, mahkeme dağıldı, sanık sandalyesi boşaldı ve Tanrı bağışlandı.

Kaldığı otelin penceresinden uzak yaşamları izlerken, çıplak ve sert bir coğrafyada çeşitlilikleri kucaklayarak varolmanın, içinde kaskatı duran boşluğu kıpırdattığını farketti. İpi kopmuş bir tespih gibi hücreleri çözülüyordu, yeniden bir araya geliyordu, tekrar yanyana dizilmek için tedirgin şekilde bekleşen her bir boncuk sabırlı bir ele ihtiyaç duyuyordu, kendi elleri vücudundaki en telaşlı uzuvdu, belli ki kendi başına halledemeyecekti, başka bir ele muhtaçtı. Düşünmekten yorgun düşen zihninin imdadına uzunca yürüyüşler yapma dirayetine sahip bacakları yetişirdi hep, yine öyle oldu, otelden çıkıp yürümeye koyuldu.

Keşfetme arzusunun kaybolma korkusuna galip geldiği sokakların arasında başıboş –ki o baş uykusunda dahi hiç boş kalmazdı- dolaşırken bulunduğu yerde kedilerin insanların sayısından kat kat fazla olması çenesini gevşetmesine ve sıkarak kanattığı dişlerini kendi haline bırakıp gülümsemesine neden oldu. Ve Kafka’nın sözünü değiştirip attığı kahkahadan hiç utanmadı:

“Huzur mu istiyorsun? Az eşya, az insan, çok kedi.” Kafka duysaydı o da gülerdi diye düşündü, onun yerine de güldü…

Gülümserken yüzünün aldığı şekli unutan biri olarak kendini kendine hatırlatmak için bir dükkanın camında yüzündeki izleri seyre dalmışken vitrinin diğer tarafında duran ve onun gözlerine asılı kalan bir çift gülen gözün varlığından haberdar olmasına saniyeler kalmıştı. Gözleri kendi yansımasından sıyrılan Serap başını sağa doğru çevirip içeri baktığında Tevfik’in davetkar ve mahçup elini gördü. Duraksamasıyla vazgeçisi ve içeri girişi bir oldu, birbirleriyle yarışan akreple yelkovan bu sefer birbirine karıştı. Gördüğü el muhtaç olduğuydu, kopan boncuklar bir araya geldi, tespih tamamlandı. Sessizliğin sesi kainattaki tüm sesleri bastırdı, Serap o sese teslim oldu, Tevfik de duymayı isterdi elbet, sağır ve dilsiz olmasaydı…

Yazarak anlaştılar, kelimelerin ve nakışın gücüne inandılar, birbirlerine daha çok. Nakşetmek Tevfik’i, yazmak Serap’ı varedendi, elleri sermayeleriydi, bir de aşklarının umudu ve geleceği. İnce gümüşü döküp bükerek çıkardığı motifler Tevfik’in zarif ruhundan ellerine akan bir danteldi adeta. Babadan kalma köhne ama harcında şefkat olan ufak bir telkari dükkanında Serap’ın çaresizliğini, acılarını, korkularını, birbirine bağlanan ince tellerle yaptığı yüzüklere, kolyelere, bilekliklere nakşederek onun köklenme umudunu yeşertti. O nakşettikçe Serap yazdı, kağıtlar yetmedi, kalemler hep tükendi. Terin tere karıştığı bir dünyada yazı nakışla buluştu, adı aşk oldu.

Sonraki kışın aşkın yazgısını yağan karlar altında bırakacağını o gün bilmeleri, hiç bir şeyi değiştirmez, aksine yaşamı yaşandığı gibi kılardı. Bir yılın bir ömre denk geldiği fani bir buluşmada, yazdıkları kelimelerin ve işledikleri motiflerin uzunluğu dünyanın etrafını yedi tur sarmaya yeterdi, hiç uyumadan geçirilen geceleri katarlarsa belki sekiz olurdu ama sarılarak uyumak kelimelerin ve nakışların keşfedilmediği bir dünyada aşkı anlatmanın en vazgeçilmez lisanı olurdu…

İkisi de hayatı uzaktan izleyenler diyarından yorgun gelmiş yolcular olarak karşılaşmalarıyla birlikte hayata karışmışlar, aşkları sayesinde de “hayat” olmuşlardı. Tevfik’i zamansız şekilde ve ecel süsü vererek alan Tanrı ikinci kez sanık sandalyesinde yargılanmak üzereyken Serap içinde taşıdığı bir canın hatrına hayatında ikinci ve son kez başını göğsüne eğdi, şükretti ve Tanrı’ya bir şans daha bahşetti.

Yalnızca “Korkuyorum” yazabildiği ve kalemin ilk kez sustuğu o gün aynanın karşısında kendi yüzüne Tevfik’in elleriyle dokunurken korku ve özlem birbirine karıştı, duyguları gözyaşlarına, gözyaşları anılarına. Aynada gördüğü suretin derininde Tevfik’in incelikli ruhuna dönüşen ayrıntıları yakalamaya çalıştı, yeniden “hayat” olabilmek için. Köklendiğini hissetti ve kekelemeden Tanrı’ya “övünmekle haklı olduğunu düşünebilirsin” dedi.

Tanrı işini biliyordu, köklenmek isteyen ve kendini sınayan birinin kapısına gideceği yer elbet “vatanım” anlamına gelen Matiate adlı bir telkari dükkanı olacaktı…

 

Jerfî

Yorum Yok

Yanıt yaz