Çatı

9 Posted by - 10 Ocak 2018 - Ocak 2018

“Senin gerçek aileni kenetleyen bağ, kan bağı değil, birbirinizin yaşantısına duyduğunuz saygı ve mutluluktur. Bir ailenin üyeleri çok seyrek olarak aynı çatı altında büyürler.”

Richard Bach’ın bir romanında yaptığı bu saptama ince bir huzurun ardından nedense kederlendirir okuyanı. Gönül bağı denilen şey kan bağı kadar kuvvetli mi tartışılır, kişiye göre değişebilir fakat biyolojik ailenin bağlayıcılığı rakip tanımaz. Öylece içine doğuverdiğimiz ya da kaderimiz olan adına ne dersek diyelim kendi tercihimiz olmadığı sonucunda hemfikir olduğumuz bir konu aile. Genetik mirasımızın sahibi olan, yaşamsal becerilerimizi kazandığımız, ilk çatışmalarımızı yaşadığımız, kabul gördüğümüz-genellikle-,sevildiğimiz-bir şekilde-,bizi biz yapan adımların gelişigüzel ya da düşünülerek atıldığı kurum.

Freud’cu psikoloji zihin yapılarımızın çocuklukta biçimlendiğini söyler. Psikanalizi de bu temel üzerine kuran Freud, kendisini ve ailesini denek olarak kullanmış, günümüz bakış açısını büyük ölçüde şekillendirmiştir. Zihni id, ego, süper ego olarak üç yapıya bölerek incelemiş, insanı biyolojik, sosyolojik ve felsefi açılardan değerlendirirken yanlış anlaşılsa da tüm büyük adamlar gibi yaptığı işten vazgeçmemiştir. İD haz ilkesiyle çalışan kişiliğin en ilkel parçası, SÜPEREGO toplumla uyumlu yaşayabilmeyi sağlayan üst benlik, EGO ise bu ikisi arasında denge sağlayan bilinçli parça. Freud’dan öncekilerin temellerini attığı, onun ömrünü adayarak netleştirip isimlendirdiği, sonrakilerin de geliştirdiği bir kuram. Böyle derin bir konuyu böyle bir özetle anlamaya ve anlatmaya çalışmak ‘Siz cevaplar bulmaya çalışıyorsunuz, biz ise daha çok soru sormak niyetindeyiz.’ diyen Freud’u haklı çıkaran hazır lokmacı bir deneme olsa da rehberlerin öldükten sonra bile bizimle konuşmaları umut verici.

Bu durumda Bach’ın gerçek aile tabiri, biyolojik bağlardan sıyrılmış, egosu id’inden çok süperegosu’nun etkisinde olan insanlardan oluşan seçilmiş bir aile olsa gerek. Şimdi bu çıkarımın sorusu; eğer id hazların tatmini için egoya baskı yapıyorsa ego da evrimleşerek süperego’nun bilinçli parçasını oluşturuyorsa, id ve süperego el ele verip bilinç dışı işlemleme yaparak egoyu karara ve seçime yönlendiriyorsa bu gerçek aileni bulma olasılığının biyolojik ailenin yapısına bağlı olduğu anlamına mı gelir? Yani atalarımızın dediği gibi armut dibine mi düşer?

Süperego’nun belirtisi olan suçluluk duygusu ve vicdan gibi fren mekanizmaları yaşadığımız toplumun kültürüne göre şekillenen ayıp, yasak, günah gibi kavramları büyürken kulağımıza üfleyen ailemizi büyüdükten sonra da hep yanımızda hissettirir hatta öyle ki insan bir zaman sonra bu sesleri kendi sesinden ayıramaz hale gelir. İd’in de zihnin ölümsüz bir parçası olduğu düşünüldüğünde Freud’un “Erdemli insanlar, kötü insanların gerçek hayatta yaptıklarını kendi hayal dünyalarında yaşamakla yetinen kimselerdir” sözü suçluluk duygusunun ağrı kesicisi niteliği kazanır.

Çekirdek aile, geniş aile, tek ebeveynli aile gibi sosyolojik kavramlara yabancı değiliz fakat farklı kültürlerde farklı aile yapıları da mevcut örneğin İsrail’de,K ibbutz yerleşkeleri adı verilen komünist köylerde çocuklar da diğer her şey gibi ortak. Kibbutz ailelerinin çocuklarını eğitimli bakıcılar büyütüyor, iş saatinden sonra zaman geçirdikleri ailelerinden uyku vaktinde yeniden ayrılan çocuklar, köydeki tüm kadınlara anne tüm erkeklere baba diye sesleniyorlar. Günümüzde bile nüfusun yaklaşık %3’ü bu yerleşkelerde yaşıyor. Çölü yeşerten bu insanlar ekonomik sorumluluk taşımadıkları gibi çocuklarla ilgili bireysel sorumluluk da yüklenmiyorlar. “Sinir hastalığı belirsizliğe tolerans gösterememektir” diyen Freud’u dinlemiş ve mümkün olduğunca belirsizlikten, mülkiyetten ve kaygıdan uzak, herkesin eşit olduğu bir düzen kurmuşlar fakat gece kabus görüp uyanan çocukların ne yaptıkları hakkında bilgi yok.

Grupların da zihni olduğu düşünüldüğünde yaşadıkları çatışmaların ve sonuçlarının, aşağı yukarı bireyinkiler gibi olduğu söylenebilir, daha kanlı olmaları dışında. Uygarlık seviyelerini belirleyense bu çatışmaların nasıl değerlendirildiği olsa gerek. Grupların zaman kaygısı pek yok fakat insan ömrü ortalama yetmiş yıl. Bizim aile içi çatışmalarımız, aile içindeki bireylere ayrı ayrı bazen de toplu olarak gösterdiğimiz sabır ve tahammül, kimi zaman sebebini bile bilemeden duyduğumuz sevgi ve bağlılık, verdiğimiz tavizler ölçüsü kişiye göre değişse de kaçınılmaz. Kişinin bu çatışmalardan sağlayacağı bireysel kazanımlar içinse düşündüğü kadar çok vakti olmuyor genellikle.

İnsanı anlayabilmek için biyolojik, felsefi, sosyolojik açılardan ayrı ayrı değerlendirilebiliriz fakat bir bütün olarak kabul edilmediğinde iyice anlaşılmaz hale gelir. Kibbutz’larda yaşayanların çatısı tüm köyü kaplasa da çıkacak bir yangında herkesin gözü kendi çocuğunu arar çünkü insan neslini sürdürme güdüsüyle dünyaya gelmiştir. “İnsan sanılandan çok daha ahlaklıdır ve hayal edilemeyecek derecede ahlaksızdır” der Freud. Bu id ve süperego’nun aynı anda hazırda beklediği anlamına mı gelir? İkisinin çatışmasıyla evrilen ego, savunma mekanizmaları geliştirerek sahibini korur, girişteki alıntı da belki buna örnek olarak gösterilebilir. Gerçek ailemizi dışarıda arayacaksak şayet önce aynı çatı altında olduklarımızın yaşamına saygı duymayı ve onlarla mutlu olmayı denememiz gerekmez mi? Denemek dahi içindeki iyi sese-süperego?- kulak vermiş olduğun anlamına gelebilir. Yazarın sözünü ettiği mutluluk da sanıyorum sonsuz değildir üstelik ne demiş Freud “İnsan mutlu olmak ister, bu yüzden berbat haldedir.”

 

Derya Konuk

Yorum Yok

Yanıt yaz