Gezi

4 Posted by - 7 Haziran 2017 - Haziran 2017

Olayları hayal meyal hatırlıyorum ve hafızam bu konularda çok da güçlü olmadığı için kronolojik hatalar yapmam çok olasıdır. Ama burada asıl anlatmak istediğim Gezi parkı direnişinin tarihsel süreci değil kendi gözümden yaşadıklarım ve bana olan etkileridir. Bundan 4 yıl önceydi. 2013 yılı yaz mevsiminin yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladığı Mayıs ayının sonlarıydı. Haberlerde ara ara İstanbul Taksim Gezi parkında yapılan bazı ufak tefek protesto gösterileri bahis konusu oluyordu ama şahsen çok da fazla ilgilenmiyordum. İlk defa Sırrı Süreyya Önder’in bir televizyon programında yaptığı açıklamalar ile haberim oldu diyebilirim. O zamanlar twitter gibi sosyal mecraları da takip etttiğimi söyleyemem. En sıkı takipçisi olduğum yer olan ve çevremdeki insanların da yakından bildiği ekşi sözlük’te Cuma günü gördüğüm Gezi parkı ile ilgili başlık dikkatimi yakında çekmişti. O gün soluksuz olarak başlığa girilen yazıları okuyordum. Sabah yakılan çadırlar ve ardından gelişen protesto akını yavaş yavaş sosyal medya ortamlarına düşüyordu. Ne hikmetse hiçbir ana akım medya kuruluşunda bu haberler yoktu ama Taksim meydanı ufaktan bir savaş alanı görüntüsüne bürünmüştü bile. Bir Norveç kanalının internet yayınından istiklalin girişine sabit koyulmuş bir kameranın aktardığı görüntüler olayların gelmeye başladığı noktayı bize canlı gösteren tek mecra idi. Görüntülerde polisin oluşturduğu barikat vardı ve durmadan sıktıkları biber gazı kapsüllerinin boş kovanlarının yerde oluşturduğu o tümseği gördüğümde gerçekten birşeylerin yolunda gitmediğinin farkına varmıştım. Sosyal medyadan sürekli destek çağrıları yayılıyordu. Hatırı sayılır miktarda direnişçi o gün meydanı boş bırakmayarak direnişe tüm gece boyunca devam etti. Akşam heyecanla eve gidip televizyonu açtığımda karşımda penguenlerle ilgili belgeseli görmemin bende yarattığı şok ve şaşkınlığın daha sonra sadece bende olmadığını çok sonraları insanların ana akım medyaya yapıştırdığı penguen medyası etiketlemesiyle farkına varmıştım. Tüm gece doğru düzgün uyumadan olayları sosyal medyadan ve Norveç kanalından takip ettiğimi hatırlıyorum. Ertesi gün orada olmalıyım hissini damarlarımda hissediyordum.

 

Ertesi gün, o zamanlar daha arkadaşlığımızın yeni alevlendiği dönemlere denk geldiği dostum Tolga’yı aramıştım. Tolga solcu gelenekten gelen geçmişiyle benden kat kat daha tecrübeliydi buna benzer konularda. Ben daha önce doğru düzgün bir toplumsal olaya katılmamıştım ve biber gazını sadece birkaç defa ucundan tatmıştım diyebilirim. Başka bir şehirdeki iş seyahatini o gün bitirip İstanbul’a dönmüştü Tolga. Öğle vakitleriydi sanırım. Yalnız yaşadığım evimden beni arabasıyla almıştı. Yanında hep kardeşim dediği eşinin iki kardeşi Sibel ve Serap da vardı. Dördümüz önce kendimize biber gazı önlemi olarak biraz limon, süt ve aslında sadece tozdan koruyan ve biber gazına hemen hiçbir faydası olmadığını daha sonra farkettiğimiz iş maskeleri almıştık. Taksim’e doğru çıktığımız yolda bir yandan olayın heyecanı ile sohbet ederken bir yandan sosyal medya haberlerini takip ediyor ve olası durumlara karşı planlar yapıyorduk. O güne kadar polis şiddetini sadece televizyonlardan ve haberlerden görmüş olan ben hayatımda ilk defa gördüklerimin ve okuduklarımın etkisiyle koşa koşa o alana gidiyordum. Arabayı bıraktıktan sonra dördümüz Karaköy’den tünel tarafına tırmanmaya başlamıştık. Yüzlerce insanın da bizim gibi geldiğini görmek bizi daha da yüreklendiriyordu. Tünelin İstiklal Caddesi girişine vardığımızda karşılaştığımız sahne görülmeye değerdi. Ucu bucağı görülmeyen bir insan seli sloganlarla ve ağır adımlarla yürüyordu. Binlerce insan kimisi yüzünde mendil, kiminde yüzücü gözlüğü ve kiminde de motosiklet kaskı gibi ilginç önlemlerle omuz omuza ilerliyorlardı. O anda katıldık aralarına ve sol yumruklar yukarıda sloganlara uymaya başladık biz de. Dördümüz de birbirimiz kaybetmemeye çalışarak kah omuz omuza kah kol kola kalabalık içinden ilerliyorduk. Ön saflara yaklaşmaya başladığımız anlarda durumun vehameti kendini çok daha güçlü hissettirmeye başlamıştı. Polisin aralıksız gaz atışlarına göğüs geren en ön grup zaten hareketlerinden anlaşılacağı üzere bu konularda oldukça antremanlı sol örgüt üyesi gençlerden oluşuyordu. Bu gözü pek gençler bir adım geri attıktan sonra çevik manevralarla iki adım ileri atıyorlardı. Bu şekilde polis yavaş yavaş geri gitmek zorunda kalıyordu. Arkama baktığımda insan sayısının inanılmaz boyutlarda olduğunu görebiliyordum. O anlarda içimde tıbbi bir teşhis konulmasa da olduğunu hissettiğim kapalı alan korkusu gibi bir panik atak hissini de hissetmeye başlamıştım çünkü ani bir kaçışta izdiham çıkması işten bile değildi. Tüm dükkanlar ve ara sokaklar kapalıydı ve istiklalde iğne atsan yere düşme ihtimali zayıftı. Galatasaray lisesi ile meydan arasında bir yerlerdeydik ve ön saflara oldukça yakınlaşmıştık. İnsanlar her atılan gazdan sonra kitleler halinde koşarak geri kaçıyordu ve arkadakilere bu dalganın ulaşması geç olduğu için izdiham korkusu benim kalp atışlarımı istemesem de artırıyordu. En sonunda beklenen oldu ve uzaklardan uçarak geldiğini gördüğüm bir gaz kapsülü tam Tolga ile ikimizin önüne düştü. Tolga ilk refleks ile bir tekme savurdu ama kapsülü tam anlamıyla uzaklaştıramadı. Bu kısacık zaman aralığında ortalık zaten bembeyaz duman kaplandı ve nefes alınamaz bir duruma geldi. O kargaşada Tolga’yı ve kızları kaybettim ve koşarak geri gitmeye başladım. Sağımda gördüğüm ilk aralığa kendimi atarak sonuna kadar koştuğumu hatırlıyorum. Sokağın yarısı metal kapılarla kapatılmıştı ve daha fazla ilerleme imkanı yoktu. Boğulacak gibi öksürüyordum ve gözlerimi zorlukla açabiliyordum. Hep televizyonlarda gördüğüm o biber gazının o gün açık havada bile nasıl bir etkiye sahip olduğunu bizzat birinci elden tecrübe etmiştim. Dakikalarca öksürdüğümü hatırlıyorum. Kendimi boğuluyor hissettiğim nadir zamanlardan biriydi sanırım o kısacık süre zarfı. Bir de benim gibi o araya giren diğer insanlarla olan limon, süt, su yardımlaşmalarımızı unutmadım. Biraz sakinleştikten sonra sokağın ucuna baktığımda ne direnişçi vardı ne polis. İki grup da iki taraflarda ayrıydı ve biz ortada kalmıştık. O anda polisin bu araya gaz atacağı hissi beni inanılmaz derecede korkutmuştu. Daha da kötüsü araya girecek birkaç polis bizi çok feci şekilde dövebilirdi de. Bu hislerle bir kaçış yolu aradım uzun süre ama bulamadım. En sonunda direnişçiler yine sağ taraftan ilerlediler ve sokak yine insanlarla doldu, biz de onlarla birlikte tekrar çıktık. Bu sefer polis geri çekiliyordu ve tahminen meydana kadar çekilmişlerdi. Tolga’ları aradığımda buluşmamızın çok zor olduğunu anladım ve orada olduğunu öğrendiğim başka bir arkadaşımla buluşmak üzere. tek başıma meydana ilerledim. O akşam polisin yokluğunda Gezi parkında çimlere uzanıp insanlarla gülüp eğlenip sohbet etmek tarifi imkansız bir keyifti benim için. Taksim meydanı harap olmuş bazı araçlar ve mahşeri kalabalığıyla küçük çapta bir savaş alanını andırıyordu. Gece geç saatlerde yine bazı hareketliliklere diğer arkadaşlarımla katılır gibi olduk ama en sonunda yorgunlukla eve dönme kararı aldım. En son hatırladığım Mecidiyeköy civarlarında kaldırımda yürürken çok uzaklardan göremediğim yerlerden atılan bazı biber gazlarının burada Mecidiyeköy’de gözlerimi ve genzimi alev alev yaktığıydı.

 

O günden sonra bir daha aktif olarak protestolara katılmadım. Olaylar daha sonra uzun zaman devam etti. Gerisi hepinizin bildiği gibi tarih. Ben daha çok sosyal medya üzerinden yaşananları ve gelişmeleri takip ettim. Olayların bir bölümünde ise iş seyahati için ABD’de bulunuyordum. Çok uzaklardayken insanın memleketindeki olayları sadece internetten takip edebilmesinin ne kadar kötü olduğunu o zaman hissetmiştim. Aklımda kalan onlarca sahne, kişilik, şarkı ve olay vardı. Bazılarını tekrar anmadan geçemeyeceğim. Bunlardan bazıları Beşiktaş Çarşı grubu, Guy Fawks maskeleri, esprinin dibine vuran onlarca farklı duvar yazıları, buram buram yaratıcılık kokan slogan ve mesajlar, duran adam, kırmızılı kadın, kaçırılan iş makinesi POMA, çapulcular, katabaş fantezisi, camide içki içtiler yalanı, divan otelinde gazlanan insanlar, boğaz köprüsünü bir sabah yürüyerek geçen insan güruhu, yurdun dört bir yanından gelen binlerce farklı görüntü, polis şiddeti ve zulmü ile gözlerini kaybeden ve yaralanan insanlar ve dahası hayatını kaybeden gencecik insanlar. Her bir olaydan ayrı ayrı bahsetmek bu yazının boyutunu aşacağı için böyle birşeye hiç girişmiyorum. Bunların ötesinde Gezi parkı bana omuz omuza slogan attığım sımsıkı yeni dostlukları perçinleme imkanı verdi. Tolga ve ailesiyle olan dostluğum o günlerden sonra bambaşka bir samimiyet ile devam etti ve etmeye devam ediyor.

 

Bu olaylardan sonra birgün Küçükçekmece sahilinde bir meyhanede Tolga ile baş başa bir akşam yemeği yiyorduk. Orada kendisine samimi bir itirafta bulundum. Kendisi de bu samimi itirafımı çok içten bulduğu için değişik vesilerlerle farklı ortamlarda hep bunu anlatmıştır. O zaman özetle demiştim ki, ben bugüne kadar devlet eliyle yapılan zulmü hiç anlamamışım. Sivas katliamını hiç içimde hissetmemişim. 1 Mayıs’larda olanları hiç görmemişim. Bu ve bunlara benzer sayamayacağım birçok olay umrumda bile olmamış. Ve zulme karşı olan bu duyarsızlığımdan dolayı duyduğumu utancı anlattım en samimi halimle dostuma. Benim yetiştiğim sünni müslüman yoğunluklu ve milli değerlerle bezenmiş çevrede bu olaylar en hafif tabiriyle alaya alınırdı. Bunun üzerine medya boykotunu da eklediğinizde aslında bu olanları içselleştirememenin çok da anormal olmadığını görebiliyor insan. Ben Gezi parkı olayları vesilesi ile zulme uğrayan kim varsa yanında olmanın ne demek olduğunu öğrenmiştim sanırım. O zamanlardan hafızama kazınan bir görüntü de, Gezi’nin bitmesine yakın güney doğuda yaşanan bazı olaylara önlem olarak doğudan gelen TOMA araçlarının geri dönüşünde, yöre halkının TOMA’ları “evine hoş geldin TOMA” pankartlarıyla karşılamasıydı. Bunun yanında ayrıca beni en çok üzen de eski mahallemdeki güya müslüman geçinen insanların zulme uğrayan insanlarla kendilerince dalga geçmesi ve aşağılaması olmuştu. O zamanlarda anlamıştım eski mahallemin gerçek yüzünü. Yıllarca destek verdiğimi saklamadığım iktidar partisinin güç zehirlenmesiyle ne hallere gelebileceğini o zamanlarda farketmeye başlamıştım. Ben bu olayların tek müsebbibi olarak iktidar partisi lideri Tayip Erdoğan’ı gördüm ve görmeye devam ediyorum. İki dudağının arasındaki bir cümle ile herşeyi yatıştırabilecek birinin yangının üzerine nasıl tankerle benzin döktüğünü görememek izansızlık demektir benim için. Geçen yıllar içinde yaşanan gelişmeler zaten kendisinin nasıl bir güç zehirlenmesi içerisinde olduğunu gözler önüne seren örneklerle doludur.

 

Aradan 4 yıl geçti. Gezi parkında bugün halen o ağaçların yaprak sesleri duyulmaya devam ediliyor. Ama hiç eski tadı yok gibi geliyor bana oraların. Yayalaştırma baçaları altında taksimin ve istiklalin geldiği son betonarme durum hiç iç açıcı görünmüyor. Aradan geçen yıllar içinde Gezi parkı olayları büyük oranda unutuldu çünkü araya büyük oranda Cemaat olayları denilen olaylar girdi. En son yaşadığımız, birçokları için vatan savunması olarak görünen, benim içinse iki dinci tarikatın birbiriyle yaşadığı güç ve beka savaşından çok da öte olmayan 15 Temmuz olaylarından sonra Gezi parkında yaşananlar, yaşadıklarımız çok uzaklardan acı tatlı birer hülya gibi kaldı. Ben yine de konuyla ilgili izlediğim her görüntüde, her aklıma gelişinde, bu dönemi bizzat yakınından yaşamış biri olarak tarifsiz bir mutluluk ve yaşanan şiddet ve ölümlerden dolayı bir miktar da keder hissediyorum. Her şeye rağmen hafızama kazınan ve ömür boyu unutamayacağım bir anı olarak kalacak benim için Gezi.

 

Sisifos

 

Yorum Yok

Yanıt yaz