Safiye

9 Posted by - 8 Mart 2018 - Mart 2018

Gözlerini kapat Safiye, tıpkı küçüklüğünde karanlıktan korktuğun zamanlardaki gibi. Neden ölmüyorum ben? Evet, işte böyle, sımsıkı kapat gözlerini. Şimdi de içinden şarkılar söylemeye başla. Ama içinden söyle, sakın bağırma. Bağırırsan çok daha canın yanar. İçinden söyle Safiye, içinden. Neden ölmüyorum ben? Sus ağlama bağırma daha çok canın yanar.

Bir gün, bir çocuk eve gelmiş, kimse yok.  Açmış bakmış dolabı… Bir gün bir gün, bir çocuk eve gelmiş kimse yok… Bir gün bir gün bir çocuk… Açmış bakmış dolabı… Neden ölmüyorum ben?

Safiye, acı içinde kendine geldiğinde sabah olmak üzereydi ve havada hâlâ kasvetli bir karanlık vardı. Gün, henüz aydınlanmamış olsa da sokakta hayat yavaş yavaş canlanmaya başlamıştı. Sabah ezanı okunuyordu. Bitişik apartmanın bahçesindeki köpeğin kendisine eziyet ediliyormuş gibi uluması, Safiye’nin içini ürkütmüştü. Yan dairenin kapıları açılıp kapanıyordu. Sokaktan hızla geçen arabaların farlarından yayılan ışıklar odaya her vurduğunda, duvarlardaki gölgeler, sanki canlı varlıklarmış gibi harekete geçiyordu. İçini garip bir korku kaplamıştı Safiye’nin. Gölgelerden, tıkırtılardan, duvardaki saatin tik-taklarından bile ürküyordu. Her şeyden kaçıp saklanmak istiyordu. Dizlerinin üzerinde sürünerek mutfağa kadar ancak gidebilmişti Safiye. Nasıl kaçabilirdi ki, nereye kaçabilirdi. Mutfağın kapısının kolundan kuvvet alıp ayağa kalktı. Işığı yaktı. Rüzgârdan korkan cılız ve titrek bir mum ışığı gibi titreyerek ayakta dikildi bir süre. Boş bakışlarla etrafını süzdü. Her şey kendisine ne kadar da yabancı geliyordu. Duvarlar, eşyalar, kokular, hatta elleri  bile yabancı gibiydi ona. Görünmeyen bir el onu tutup ıssız ve hiç tanımadığı bir yere fırlatıp atmış gibiydi sanki. Göğsündeki keskin sancı nefesini bıçak gibi kesiyordu. “Neresi burası? Ne işim var benim burada” diye geçirdi içinden. Ellerini birbirine kenetleyip parmaklarını incelemeye koyuldu.

‘’Kimim ben, neyim? Şu kolların ucunda uzanan parmaklar bana mı ait? Kimin hayatını yaşıyorum işe yaramaz şu etin kemiğin içinde.’’  Başı dönmeye başlamıştı, takati yoktu ayakta durmaya. Bedenindeki bütün güç sanki şırıngayla damarlarından çekilip alınmış gibi kendisini bitkin ve yorgun hissediyordu. Usulca yere oturup sırtını duvara yasladı. Dudaklarında acı ve alaycı bir gülümsemeyle;  “Şu dünyada sırtını yaslayacak küflü duvarlarından başka hiç bir şeyin yok  öyle değil mi Safiye?’’ diye sordu kendine. Dizlerini göğsüne doğru çekerek başını dizlerine yasladı. Bütün kemikleri etine batıyormuş gibi bir acı hissediyordu vücudunda.

Gözleri yorgunluktan kapanıyordu. Sımsıkı yumdu gözlerini. Göz kapaklarının içindeki karanlıkta çocukluğuna ait görüntüleri aradı bir süre. Karanlığın içinde sararmış eski fotoğraflara benzeyen insan siluetleri belirmeye başlamıştı. Etrafı hoş bir fesleğen kokusu sarmıştı.

Evet, işte ordaydı annesi, balkondaki fesleğenleri suluyordu. ‘’Bak gördün mü Safiye?’’ diyordu annesi Safiye’ye, “fesleğenler çiçeğe durmuş. Hepsi minicik ve bembeyaz açmış. İstersen gelip sen de usulca dokunabilirsin onlara, hem fesleğenlere dokunmazsan kokusunu alamazsın.” Safiye annesini hep hüzünlü gülümsemesiyle hatırlardı. Yine aynı gülümseme vardı annesinin yüzünde. Oh babam yok ortalıkta diye düşündü. Babası onu hiç sevmemişti belki de. Sevmiş olsaydı teyzesinin Safiye’ye yıllar sonra anlattığı gibi, annesi onu ilk doğurduğunda, kız doğurdu diye babası öfkeden çıldırıp annesinin ayaklarına kurşun sıkmaya kalkışmazdı. Annesi ayaklarından yara almaktan kıl payı kurtulmuş olsa da babasının attığı kurşunlar annesinin kalbini ruhunu paramparça edip onu yara bere içinde bırakmazdı.

Canım annem yıllardır kalbinde kanayan bir kalple yaşamışsın meğer. Kulağına balkonda yuva yapmış kumruların içini burkan ötüşleri geliyordu şimdi de. Annesi, yuvadaki yumurtaları göstererek “işte bunlara sakın dokunma, kırılmasınlar. Hem çok  sessiz ol, ses çıkarıp kumruları ürkütürsen yuvalarını terk ederler. Yavru kumrular annesiz kalır” demişti. Sessizce yuvayı seyretti bir süre. Sonra annesine takıldı gözü, ne güzel bir anne benim annem diye geçirdi içinden…

Gün yavaş yavaş ışımaya başlamıştı. Sokaktan geçen çöp kamyonlarının sesiyle irkilip istem dışı açtı gözlerini Safiye. Çok kızmıştı, lanet okudu çöpçülere. Annesine o kadar çok ihtiyacı vardı ki, onu bir daha görebilmek için tekrardan sımsıkı kapadı gözlerini. Yoktu işte annesi. O da bırakıp gitmişti onu. Gözleri bitkinlikten Safiye’den bağımsız kapanıyordu. İşte annem de artık yok diye geçirdi içinden. Yeniden düşüncelere dalmıştı. ’’Koltukları sil Safiye, perdeleri iyice çek aman açık kalmasınlar.” Çarmıha gerildiğinde İsa’nın elleri çok acımış mıdır? Acımıştır elbet. Benim ellerim kadar acımış mıdır? Evet, benim ellerim kadar acımıştır, belki de daha çok. Yan komşunun bebeği ne kadar çok ağlıyor. Güzel bir bebek mi acaba? Belki annesi de güzeldir. Meryem ana İsa için çok ağlamış mıdır? Perdeleri sıkı ört Safiye açık kalmasınlar. Evde kuş mu beslesem? Yok, Safiye, kuş beslenmez kuş uçar. Kuşların kanatları var. Hem kuşun işi uçmak değil mi? Tabi ya, ağlamıştır Meryem ana. Benim de annem ağlardı. Hem de çok ağlardı. Şimdi beni bu halde görse daha çok ağlardı. Meryem anaya Meryem desem kızar mı? Safsın işte sen Safiye, onun için adını Safiye koymuşlar. Perdeleri ört Safiye yoksa kocan kızar. Ağlama Safiye daha çok canın yanar. Annen daha çok ağlar. Ölüler ağlar mı? Benim annem ağlar. Neden ölmüyorum ben?

Düşünceleri yavaş yavaş durulmaya başlamıştı Safiye’nin. Dudaklarının üstünde ılık bir ıslaklık hissetti. Burnu kanamıştı, ağzında da keskin paslı bir demir tadı vardı. Eliyle kanı silerken gece yaşadıklarını hatırladı. Yine nefesi kesilir gibi oldu. Acı bir hıçkırık tıkandı boğazına. Ağlayamıyordu. Bacaklarındaki, kollarındaki morluklara dokundu usulca. Yerden destek alarak zorlada olsa ayağa kalktı. Vücudunun her tarafı ağrıyordu. Salona geçti. Güneş kapalı perdelerin arasından içeri süzülerek gece yaşananları gün ışığına çıkarmıştı. Salondaki dağılmış eşyalar sanki acıyarak Safiye’yi seyrediyorlardı. Banyoya girdi,  yüzünü yıkarken duvardaki aynaya takıldı gözü. Gözleri kan çanağı gibiydi. Yüzünü yıkayınca dudağının kenarındaki yaradan ince bir kan sızmaya başlamıştı. Dudakları parçalanmıştı. Ecza dolabını açtı. Eline bir parça pamuk alarak dudağındaki yaraya bastırdı. Ruhundaki acı, dudağının acısını bastırıyordu, acı duymuyordu artık etinde. Bedeni sanki kaskatı olmuştu. Yırtılan geceliğini çıkarıp banyodaki çöp kovasına attı. Boy aynasından çıplak vücudunu seyretti bir süre. Vücudunun her tarafı yara ve çürük içindeydi. Bir an tiksindi aynada gördüğü kadından. Kadınlığından nefret ediyordu. Kocasının banyo dolabın üzerinde duran tıraş takımlarına takıldı gözü. Tıraş takımlarının arasındaki jilet paketini eline aldı. İçinden kullanılmamış bir jilet çıkardı. Küvete girip musluğu açtı. Bacaklarındaki, göğüslerindeki, dudaklarındaki  izlerden arınmak için öfkeyle ovdu her yanını. Ovdu…Ovdu… Ya ruhunda ki tecavüz izleri, ruhunu kirleten el izleri, onlardan nasıl arınacaktı? Elbette ki ölerek diye geçirdi içinden. Ya ölünce de arınamazsam? Ürperdi birden. Salondan tıkırtılar geliyordu. Elleriyle kulaklarını sımsıkı kapattı. Hayata onu bağlayacak hiç bir ses işitmek istemiyordu. Küvete boylu boyunca uzandı. Oturmaya bile gücü yoktu sanki. Avucunun içinde tuttuğu jilet Safiye’nin elini kesmişti. Elinden akan kan,  küvetin içindeki suyu pembeye dönük bir renkte bulandırmıştı. Hiç bir şey düşünemiyordu artık. Ölmeye bile takati kalmamıştı sanki.

Bir süre sonra banyonun kapısı vurulmaya başladı. ‘’Anne’’ diye bir ses işitti kapının ardından, küçük kızıydı bu. “Anne çok acıktım” diyordu. Safiye, duyduğu sesle daldığı ölüm uykusundan buz gibi bir suyla uyandırılmışa dönmüştü adeta. Kızının sesi, Safiye’yi, denizde boğulan bir insanı son anda boğulduğu sulardan çekip alan bir el gibi, çekip almıştı ölümün kucağından. Elindeki jilete baktı ,’’ Ne yapıyorum ben” diye geçirdi içinden. Kızımı bu iğrenç dünya da tek nasıl başına bırakabilirim? Ne kadar bencilsin Safiye, sadece kendi acılarını seven bir bencil. Aptalın, bencilin tekisin işte… bencil… bencil…

 

’’ Bütün gücünü topladı, hızla ayağa kalkıp banyo dolabında asılı duran bornozunu giydi. Kapıyı açtı. Kızını kucağına alıp göğsüne bastırdı. Artık kendini tutmayı bırakmıştı. Bütün bedeni çözülür gibi olmuştu. Hıçkırıkları kucağında sardığı kızını sarsıyordu…

Müsaade etmeyeceğim diyordu kızına; hıçkırıklarının arasında kaybolan sesiyle.. “seni kimsenin acıtmasına müsaade etmeyeceğim. Senin olan hayatı kimsenin yaşamasına müsaade etmeyeceğim!  Beni gömdükleri gibi seni de diri diri mezara gömmelerine müsaade etmeyeceğim! ”

 

Sevda Özden

Yorum Yok

Yanıt yaz