Antakya Notları

5 Posted by - 7 Haziran 2017 - Haziran 2017

Dönüş yolunda kendi kendime düşündüklerimin bir kısmı…

İkinci el benzetmelerle anlatılıyor yaşamlar ve bilinen yerlerin keşifleriyle mutlu olabiliyoruz sadece. Binlerce yıldır var olan ve şimdiye kadar bizim hayatımıza uğramamış yerleri görmekle övünüyoruz. Bambaşka mekanlarda kendi hayallerimizi düşlüyoruz, kulağımızda bildik tınılarla. Benim ilk defa gördüğüm bu şehirde, bu şehirden başka bir yer görmeden ölüp gitmiş kaç kişi yaşadı acaba… Bu garip soruyla atıyorum adımlarımı. Şehrin daracık yollarında ilerliyorum. Bir sokağa girdikten sonra uzun bir süre sokaklar karar veriyor nereye gideceğinize. Hayat gibi burada sokaklar, nadiren biz seçim yapıyoruz, sonrasını sokaklar yönlendiriyor. Özgürcülük oynuyoruz kapı önlerinde…

Kapıları açık çoğu evlerin. İstanbul’da yetişen birisi için ne kadar da garip bu durum. Gizli gizli içerilere bakıyorum aralık kapılardan. Evden çıkmadan yanıma yolluk niyetine aldığım ( ister istemez ) hayallerim ve gördüğüm güzelliklerin hiç birini gördüğüm kadar güzel çekemeyen fotoğraf makinamla yürüyorum. Dinlerin duvarlarından içeriye giriyorum sanki. Bir cami avlusundan çıkıp bir kilise avlusuna süzülüyorum. Kutsallıkların savaşından çok yan yanalığı var burada. Gerçekten bir arada mutludurlar mı yoksa mecburiyetten mi bir aradalar anlamak zor ama insanlar bir arada mutlu gibiler. Zaten sorgulanan şeyler, sıkıntılıdır genelde. En güzeli var olanı kabul etmek ve barışmaktır. İnsanı insan yapan; inanmadığına dahi saygı duyabilmektir.

Etrafımdakiler, turist gibi dolaşıp ama Türkçe bilen bu adama garipseyerek bakıyorlar. Elinde fotoğraf makinasıyla onların sıradanlıklarını çekiyorum, ilginç bir şeymiş gibi. Onun sıradanlıkları bana garip benim sıradanlıklarım onlara. Eğer içindeki gezginliği kaybetmediysen asla sıradan olamazsın. Kendini değiştirecek gücü bulamıyorsan bile, aynı senle çok farklı birisi olabilirsin bambaşka bir yerde. Ki mekanını değiştirmek, kendini değiştirmekten çok daha kolaydır.

İnsanların arabayla gitmeye üşendikleri yerlere yürüyerek gitmek keyifli. Bir şehri arabayla dolaşmak, filmi çekilmiş bir kitabı sinemada izlemek gibidir ve ben her zaman kitabı okumayı tercih edenlerden oldum. Zordur ama gerçektir yürüyerek dolaşmak. Evleri görmek, etrafınızdaki insanların göz bebeklerini görmek. Eski binalara dokunmak. Şehrin akışına kapılmak… Normalde zaman geçirmek gerekmeyen bir yerde saatler harcamak. Sora sora Bağdat’ı ya da daha sonrasını bulmak… Tanımadığınız birinin kargacık burgacık çizdiği bir krokiyle yeni yerler görmek ( ve tüm yol boyunca krokinin doğru olması için dua etmek )

Kendi vatanımdaki bambaşka coğrafyaları keşfetmek… Simoune manastırındaki adamın; “Arapça bilmiyor musun” diye hayretle bana bakmasını ömrümce unutmam sanırım. Ben de onun Hülya Avşar’ı tanımamasına şaşırabilirdim belki… Bir dakika kim köylü kim İstanbul’lu. Peki kim sıradan; kimse… Binlerce yıl önce insanların inşa ettikleri mağaradayken, kendimi her anlamda İstanbul’daki evimden daha güvende hissetmem benim ayıbım mı? Titus tünelleri, bizim levent – taksim hattından daha sağlamdır ve burada yaşayanlar bizden daha az susuzluk sorunu yaşıyorlardır eminim.

Kendi ülkemde bir yabancı gibi hissettim kendimi, hatta Amerika sokaklarında hissettiğimden bile daha yabancı bazen. Orasını en azından televizyonlardan biliyorduk biraz. Nerde yemek yenir nereye gidilir, nasıl gidilir. Peki ya Antakya hakkında ne biliyordum gitmeden önce. Onlardan farklı bir Türkçe konuşan, elinde fotoğraf makinası olan biri. St. Pierre Kilisesi dönüşünde, yoldaki çocukların “aa turist” diyerek bana bakışlarını, sonra da hayır ben buralıyım dedikten sonraki konuşmaları bana her şeyi anlattı…

Kendim bile anlayamıyorum bazen, telefonumun bile doğru dürüst şarjı yokken bilmediğim bir kentin sokaklarında ne arıyorum ben? Asinin yamacında dakikalarca dikilmem bunu anlamak içindi sanırım; bir şeylerden mi kaçıyorum yoksa bir şeyler mi arıyorum. Kaçan adam cebinde anılarını götürü mü, arayan adamın hedefi olmaz mı?

Sonra tanıdık bir şeyler aradım, bu kadar bilinmezliğin arasında. Hayyam adlı kafe’de buldum kendimi. Dost canlısı sohbet eşliğinde. Ben kaçak, çay kaçak… Hem yasal da olsa kaçak da olsa çay aynı anlamda; sohbetlerin eslerinde keyif tadında…

Taa yukarılarına tırmandım zihnimin ( çoğunun tırmanamadığı bir yerdi). Karanlığına girdim biraz. Elimdeki ışık yetmedi karanlığa, yarasalardan korktum döndüm. Cebimde kimsenin çıkmadığı tünelden resimler, karanlığa kısmen meydan okuma ve biraz da çamur kaldı. Farklı bir haz ve de… Suların en tepesinden baktım Harbiye’ye ve akışına bıraktım aklımdaki soruları. Aşağıya indim, sulara dokunarak. Çağladım, toprağa karıştım sanki… Şimdi kafam minibüsün camına dayalı, dönüyorum;

Güneş batma arifesinde,

mercan dede kulağımın dibinde,

özüm uzaklara seyirde,

aklım az öncede…

 

Uzak

Yorum Yok

Yanıt yaz